5 Mayıs, devrimci hukuk adamı, “Deniz’lerin avukatı” ve “Halit ağabey”i Halit Çelenk’in ölüm yıldönümü, 6 Mayıs ise Halit Çelenk’in çocukları gibi sevdiği Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın gözlerini kırpmadan darağacına yürüdükleri gün.

Halit Çelenk’in “İdam Gecesi Anıları” adlı kitabında aktardığı bir anekdot vardır. Yusuf Aslan’ın idam sehpasındaki son sözleri, “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!” olmuştur. İnfaz savcısı, bu sözlerin tutanağa yazılması esnasında müdahalede bulunur ve “halkımın” sözcüğünün “milletimin” sözcüğüyle değiştirilmesini ister. Halit Çelenk ve diğer avukatlar, buna itiraz eder ve sözün Yusuf Aslan’ın ağzından çıktığı gibi yazılmasını isterler. O esnada, idam kararını veren hâkim Ali Elverdi şöyle der: “Bunlar ‘millet’ demez, ‘halk’ derler, ‘halkımız’ demiştir, doğrudur.”

Doğrudur, biz “halk” deriz ve onlar “millet” der. Bu iki kavram, yakın Türkiye tarihinin bir özeti gibidir adeta. Demokrat Parti’nin “Yeter söz milletindir” diyerek siyaset sahnesine çıkmasından beri “millet” Türk sağının siyasetini üzerine kurduğu ve adeta “fetiş” haline getirdiği, taptığı, o sihirli sözcüktür. Tarihin bütün ironisi ise tam da bu başlangıçtadır aslında. Başta Menderes olmak üzere, İkinci Dünya Savaşı sonrası “Yeter söz milletindir” deyip DP’yi kuranların toprak reformuna karşı çıkan toprak ağaları olması, yani “milletin sesi” olma iddiasındakilerin aslında daha baştan kendilerini milletin faydasına olacak bir dönüşüme karşı konumlandırmaları muazzam bir ironidir. Kendilerini “milletin adamı” olarak gösterenler, iktidara gelmelerinin ardından yoksul halk çocuklarını Kore’ye savaşa gönderecekler, yüzlercesi orada nedenini bilmedikleri şekilde ve bir hiç uğruna yaşamlarını yitirecekler, bu hep böyle gidecektir.

1950’den bugüne sağ siyaset bütünüyle “millet” sözcüğünün etrafında inşa edilmiştir. Milletin sesi, millet iradesi, milli irade, milletin değerleri, milli değerler vesaire. Türk sağı 1950’den beri, “Ver mehteri” nidasıyla topluma din, milliyetçilik ve hamaset pompalar ve bu her zaman işe yarar. Devlet, ezan, bayrak, din, vatan gibi dört beş kelimeyle ülkeyi yönetir, toplumun hassasiyetlerini dibine kadar istismar eder. Minare sayısı arttıkça, ahlaksızlık, yolsuzluk, yoksulluk da artıyordur, bayrak direkleri yükseldikçe memleket kapalı kapılar ardında birilerine peşkeş çekiliyordur. Ülkenin dört bir yanı Amerikan üssü olmuştur, ülkenin toprakları, dereleri, ormanları talana, yağmaya, ranta açılmıştır. Velhasıl Türk sağı millet dedikçe millet yoksullaşıyordur, vatan dedikçe ülke bir yerlerde pazarlık konusu yapılıyordur, yoksul çocuklarının kanı masaya sürülüyordur.

Türk sağı için milli irade, milletin dört yılda bir sandığa gidip oy vermesinden ibarettir, seçim sürecinde miting meydanlarını doldurmak, bayrak sallamak, pankart taşımak da önemlidir tabi. Onun dışında millet etliye sütlüye karışmamalıdır, “Yeter söz milletindir” ama milletin yerine konuşacak birileri nasıl olsa bulunur, Türk sağı güya vesayete karşıdır ama kendisinin olmayan vesayete. Kendisi millete vasilik ettiği sürece sıkıntı yoktur, zaten “vesayetle mücadele” diye diye bugün gelinen nokta da adıyla sanıyla tek adam vesayeti olmuştur.

Millet, Türk sağı tarafından adına destanlar yazılmakla, fetişleştirilmekle, kutsanmakla birlikte, Türkiye siyasetinin “pasif özne”sidir ve adeta “yokluğuyla” vardır, sustuğu sürece kıymetlidir. Kendisinden bir tür övgü ifadesi olarak “sessiz çoğunluk” diye söz edilir ve diyeceği bir şey varsa gidip sandıkta söylemelidir, onun dışında ve işaret gelmediği sürece hakkının, hukukunun, maaşının, kıdem tazminatının, sigortalı çalışmasının peşine düşerse anında karşı tarafa atılır, terörist, vatan haini, bölücü damgasını yer.

Millet her gün yeniden inşa edilir, devasa propaganda aygıtıyla, “vatan millet Sakarya” edebiyatıyla, verilen mehterlerle, tabutun üzerine konan elle, gencecik yaşta savaşlara gönderilip şehit ilan edilen çocuklarla, “vatan sağolsun”larla… Kutsandıkça ölen, göklere çıkarıldıkça yoksullaşan, “hizmetkârınız” denildikçe alın teri gasp edilendir yani millet.

Ve bir de “halk” vardır elbette. Biz halk deriz. Halk olmak, “pasif özne”likten “aktif özne”liğe geçiş, yani kendi kaderin üzerine söz söyleme iradesi kendi adına bizzat kendinin konuşması ve memleketin gidişatına müdahale etmek demektir. Halk da bir inşa sürecidir, sözle, eylemle, kolektif akılla, kolektif iradeyle halk olunur. Halk-oluş anları vardır mesela. Tekel direnişi, Gezi, “Hayır”ı sahiplenme iradesi… Meselemiz, “halk dalkavukluğu” değil, halkı nasıl inşa edeceğimiz, halkın kendini inşa etme kanallarını nasıl açacağımız, halk-oluş anlarını nasıl çoğaltacağımız meselesidir. Bu, hem tarihe olan borcumuz hem de tarih karşısındaki sorumluluğumuzdur.