Türkiye’de bir aydın tiplemesi var; dün “ak” dediğine bugün “kara” diyen ama buna dair en ufak bir özeleştiride bulunmayan, dün iktidarı militanca desteklerken de bugün en sert şekilde eleştirirken de ne hikmetse aynı derecede haklı olabilen, aydın olmanın tanımıyla çelişecek bir şekilde, “Kandırıldık” itirafıyla zevahiri kurtarmaya çalışan ama hemen ardından, “Sizin gibi niyet mi okusaydık, iyi ki kandırılmışız” diyebilecek kadar da pişkin bir tipleme bu.

Bu aydınlarımız düne kadar iktidarın güvenli kollarında Ergenekon’la, Balyoz’la, askeri vesayetle, derin devletle mücadele ediyor, sahte deliller, uyduruk iddianameler ve düzmece davalar için, “Mevzubahis demokrasiyse gerisi teferruattır” diyebiliyorlardı. Zamanla kollarına sığındıkları iktidarın ne olduğunu anladılar, teferruatın ne olduğunu gördüler ama ne kandırılmayı arzu etmekten ne de kendilerini o kandırılma mekânizması üzerinden var etmekten vazgeçtiler.

Sözünü ettiğim bitip tükenmez kandırılma arzusunu anlayabilmek için, Türkiye’nin son on üç yılına dair o çıplak hakikati bıkmadan usanmadan tekrar etmek gerekiyor: 17 Aralık 2013 tarihine kadar, bu ülke adı konulmamış, gayri resmi bir koalisyon tarafından yönetildi, o tarihe kadar iktidar partisi ve Cemaat gayri resmi koalisyon ortaklarıydı. Dolayısıyla bugünkü rejim bu koalisyonca inşa edildi, bu inşada iktidar partisinin rolü neyse Cemaatinki de oydu.

Hiç kimse, “Ben resmi iktidar kim ona bakarım, kim hükümetse sorumlu da odur” demagojisine sarılmasın; biliniyor ki, Cemaatin devletteki –özellikle yargı ve emniyetteki- 40 yıllık kadrolaşması olmasa rejim inşasına taş koyabileceği düşünülen kadroların düzmece davalarla tasfiye edilmesi ve devlet aygıtının ele geçirilmesi mümkün olamazdı. Yine aynı şekilde, örneğin Cemaatin yargıdaki kadroları olmasa, 2010 referandumu neticesinde “yargının dedelerden temizlenmesi” adı altında ideolojik ve mezhepçi bir tasfiye yapılamaz ve tasfiye edilenlerin yerleri çabucak doldurulamazdı. Tam da bu nedenle, Gülen’in referandum için, “Ölüleri bile mezarından kaldırıp oy kullandırın” demesi boşuna değildi. Velhasıl, dönüp dolaşıp Cemaati de vuran rejim inşa sürecinin asli iki aktöründen biri Cemaatti.

Peki yazının başında sözünü ettiğimiz aydın tiplemesi bunu bilmiyor muydu? Bal gibi de biliyordu elbette; sahte CD’leri de, “bavul”la gelen belgeleri de, montaj ses kayıtlarını da, ıslak imza makinelerini de biliyorlardı. “Gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetiyle de dertleri yoktu, yayınlanmadan toplatılan kitaplarla da; Türkan Saylan’ın evinin basılmasına da ses çıkarmadılar, tasfiye davalarında hukukun katledilmesine de. Çünkü kandırılmaktan hoşnuttular, kandırıldılar ve bu suça ortak etmek için toplumu da kandırdılar.

Dün “ak” dediğine şimdi “kara” diyen ve yine en hakiki muhalif, en büyük demokrat, en namuslu aydın olmayı başaran bu zevat, bugün ne yapıyor acaba? Kendine sözde “rejim muhalifliği” gibi bir rol, bir misyon biçiyor ama muhalifi olduğu rejimi inşa eden asli iki özneden diğerine dair tek kelime etmiyor; bırakın tek kelime etmemeyi, o öznenin ev sahibi olduğu platformlarda, o özneyle birlikte Türkiye’nin demokrasisini tartışıyor, hukuk devletinden bahsediyor, diktatoryaya gidişe karşı çıkıyor!

Aralarında kendilerini “Hrant’ın arkadaşı” olarak adlandıranların da bulunduğu bu aydınlar, Cemaat’in Dink cinayetindeki rolüne ve cinayetin rejim inşasındaki işlevine, yani “derin devletle hesaplaşma” adı altında iktidarın arkasında hizalanmaya yaptığı katkıya dair ne diyorlar peki? Basın özgürlüğünün tehdit altında olduğuna dair tespitlerine, Ahmet Şık’ın, Nedim Şener’in ve Oda TV çalışanlarının tutuklanması ve Cemaat medyasındaki “Gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetleri, “Yargıya güvenelim” haberleri dâhil mi örneğin? “Hukuk bitti” diye feveran ederken, dünün Cemaat kontrolündeki özel yetkili mahkemelerinin kimlerin ömrünü nasıl çaldığı akıllarına geliyor mu ya da?

Cemaatin trajedisi, ortağıyla beraber inşa ettiği rejimin, o ortakla rejimin sahipliği kavgasına tutuştuklarında bir canavar misali kendine saldırmasıydı. Aydınların hali ise bundan da hazin; dün o ortaklardan ikisine birden âşıktılar, bugün birinden nefret ediyorlar ama diğerine hala âşıklar. Yukarıda sorduğum soruları asla sormayacakları için kandırılmaya devam edecekler ve bundan da hoşnutlar; çünkü paraya, şöhrete ve en önemlisi güce tapıyorlar, güç tarafından kandırılmayı seviyorlar, güce yaslanmadan muhalif olmayı da aydın olmayı da beceremiyorlar. Tam da bu yüzden işte, ne muhalif, ne de aydınlar; ileride bugünlerin tarihi anlatılırken, adları düşünsel sefaletin karşısına yazılacak, derin bir utançla ve bağışlamayan bir öfkeyle anılacaklar.