Yine ölümlere, cenanazelere, yine öfkelere geri döndük...

Yine ölümlere, cenanazelere, yine öfkelere geri döndük. Bu kaçıncı çıkmaz sokak, bu kaçıncı geri dönüş diye saymanın anlamı da yok. Dayatmacı yaklaşımlar sürdükçe arkası geleceğinden de korkarım.

Ölümlere üzülen çok; barış ve demokrasi için bir şey yapmaya çalışanlar da var. Ancak çözümü uzlaşmada arayanlar ne kadar ses çıkarmaya çalışırlarsa çalışsınlar, savaşçı dünyanın ve bu dünyayı yorumlamakta mahir “derinlikli” yorumların önüne geçilemiyor. Önüne geçmek ne demek! Derin devletden sonra, şimdi de “derin PKK” analizleri revaçta. Bakalım daha kaç türlü ilişki çözümlemeleri ile karşılaşacağız? Sanki bunlar bir çözüm vaat ediyor gibi!

Oysa ölenlerin aileleri kan ağlıyor; asıl duyulması gereken ses  de “O”!

Asıl “o sesi” duymak, onu dillendirmek önemli. Bir an için o “ananın-babanın”,  o “eşin-çocuğun” yerine kendimizi koyalım bakalım. Bakalım o zaman seslerimiz nasıl çıkar? Srateji hesapları mı yapar, yoksa “yeter” diye ağlar mıyız? Ve sormak gerekiyor: Bu lanet savaşa, bu gereksiz ölümlere “yeter” demek için daha kaç canın  “yavrum, kocam, babam” diye ağlaması gerekiyor?

Ya, her iki tarafta dağa yolladıklarımız! Bu ülkede her boydan, her kökenden genç umut ve güven beklerken, daha kaç yıl onlara nefret duygusu, yarın kaygısı, ölüm korkusu vereceğiz? Gençikten, gelecekten filan söz edenler, söylev vermeden önce bunu düşünsünler!

Ya dağlarda, ovalarda kaybettiklerimiz!. Aslında vicdan sahibi herkesin, her cenazenin ardında “konuşmayı da, ağlamayı da bırakın; akan kana son verin” diyen bir “vasiyet” bıraktığını düşünmesi gerek. Sanır mısınız ki bu gençler intikam duygusuyla gitsinler öbür dünyaya! Sanır mısınız ki, onları başka gençlerin takip etmesini istesinler!

Gidenler de, kalanlar da ancak aynı şeyi isteyebilir. Savaşın ve ölümün durması.  Güvenlik ve esenliğin gelmesi, her iki halkın da kabul etmesi gerekenlere bağlı. Savaştan değil barıştan, dayatmadan değil demokrasiden konuşuyorsak uzlaşmanın yolunu bulmaktan başka yol da yok. Bize düşen de uzlaşmaya gidecek dli bulmak, uzlaşma için gerekenleri konuşmak. Bunun yolu da, acıyı içinde duymakla başlayabilir diye düşünüyorum.

Bunu başarmadıkça, ölümlere üzüldüğümüzü söylemek, kayıplara yanmaktan söz etmek filan da, boş laftan öte “ayıp” oluyor. Sözlerin değil, eylemin zamanı çoktan geldi geçti. Eylem diyorsam, “barışın eylemi, barış için eylemi”, Kürtlerin değil tüm toplumun eylemini kast ediyorum. 

Solun kaderi paramparça ve düşmanca olmak mı?

Bunca önemli konu varken, soldaki didişmeyi konuşmanın sırası mı diye sorulabilir, ya; evet sırası derim.

İster siyasal yelpaze, ister entelektüel çevreye bakılsın, her iksindae de küçük-büyük ayrılıklarla birbirinden kopmuş bir dizi sol düşünce, gruplaşma, partileşme olduğu görülüyor. Aralarında karşılıklı atışmalar da eksik değil. Bunca ayrılık açıklanabilirmiş gibi,- belki de zaten açıklanamayacağı içindir-“dizi dizi sol” içinde birbirinin zayıf taraflarını kollayan, bulduğunda sevinen bir alışkanlık da yerleşmiş durumda.

Sanki, sol, bu ülkede güçlü ve yerleşik bir hareket, derin ve bilge bir düşünce üretebilmiş gibi... Sanki ,kendinden bu kadar emin olmanın bu dünyada bir karşılığı vamış gibi... Sanki, kusursuz, eksiksiz, hatasız insan olabiirmiş gibi...

Evet, tüm dünyada Marksist, sosyalist, sosyal demokrat, post-marksist, özgürlükçü, liberal gibi birçok kanada ayrılmış sol var. Evet, bu kadar ayrışmış bir sol içinde hem düşünce üretmek hem de ortak bir harekette buluşmak için gereken ortak payda veya temel kaybolmuş durumda. Kısaca söylersek; kimileri için emek, sınıf, devrim gibi kavramların devri bitmiştir; bugün bunların işlevini demokrasi, sivil toplum, toplumsal hareketler üstlenmiştir. Kimileri için yaşanan küresel ve toplumsal değişiklikler içinde bu kavramları başka anlamlar vermek ve ortak paydayı bu anlamlar üzerinden üretmek gerekmektedir.  Kimileri için ise, bu kavramlar açısından bir anlam ve işlev kaybı olmadığı gibi, solun asıl derdi de bunların geçerliliğini anlamakta ayak direnilmesi ile ilgilidir.

Türkiye’de bundan nasibini almış durumda. İyi de, Batı okumaya-üretmeye-tartışmaya devam ederken, Türkiye’de devlet yetmezmiş gibi sol da birbirini harcamakla “eğleniyor”. Oysa sormak gerek; sol üzerine, daha daraltalım marksizm üzerine bunca farklı fikir ve yaklaşımın varlığı bile çok şey anlatmıyor mu? Yapılacak olan, farklı olanları mahkum etmek yerine, ne denildiğini düşünmek ve tartışmak, bunlardan sol adına ne kadar, nasıl, nerede yararlanilabilir diye sormak/araştırmak değil mi?

Kısacası, hem dünyada hem Türkiye’de solun kendi perişanlığına epeyce kafa yormasına, kabahatin en azından birazını “ideolojik-toplumsal-siyasal” eksikliklerinde aramasına ihtiyaç varken kimsenin kimseye diyeceği fazla şey yok; olamaz. Solun ideoloji ve hareket olarak içler acısı durumu ortadayken, o yazardan, bu yazardan kişisel anlamda doğrulanmayı beklemenin de pek kıymeti olduğu düşünülemez. Bu ülkede, ne bildiklerinden emin, yeni veya farklı bir şey okumaya ihtiyaç duymayan, ne de kendi düşüncelerinden önce, ünlü ama yabancı bir yazara referans vermeden konuşamayan yaklaşımlarla sol gelişebilir.

Şimdi bu ortamda şundan bundan olmayıp da “ne yapıyorsunuz” diye soran bir sesi kimsenin duyacağını sanmadığım gibi,  duyanlar arasında “sen de kimsin” diyecekler olacağını da bilyorum. Anlı şanlı geçmişleri içinde buna hakları olacağını da düşüneceklerdir. Ama onlar haklı olsa da,  kendisi zayıf kalmış, haklılığını da bir türlü anlatamamış bir sol var bu memlekette. O zaman da, birilerinin, düşünce üretecekken, solun insan harcamaya hakkı var mıdır diye sorması gerekmekte.

Kuşkusuz bu ülkede de solda fikir ve düşünce üzerinden tartışma yapmaya çalışanlar var. Örneğin Metin Çulhaoğlu, geçen haftalaraki bir yazısını, bugün serbest piyasa, otoriter kapitalizm, dış kontrol ve yerine-zamana göre müdahale ve savaşlar gibi özellikleri belirginleşen dünyamızda “küreselleşme karşıtı yeni toplumsal hareketler dışında başka bir direnç hattı çıkarılamazsa tarihin sonundan söz edenlere o kadar kızmamak” gerektiğini söyleyerek bitiriyordu. Kimse bir şey demedi.

Onun, “eğerli” cümlesine ben başka “eğerlerle” yanıt vermek istiyorum.

Eğer, solda birbirini anlama, birbirinden öğrenme ihtiyacı gelişmezse olacağı budur diyorum.

Eğer sol, toplumsal hareketlerle ve kalabalıklarla emeği buluşturacak ortak bir payda ve dil bulamazsa direnç hattını büyütmek hiç kolay görünmüyor diyorum.

Eğer dünyanın değişen koşullarından söz eden ve daha iyi bir geleceği toplumsal hareketlerle demokrasiden bekleyen sosyal demokrat veya özgürlükçü veya liberal sol gibi varyasyonlar kapitalizmle dertlerini bir yana koyar ve toplumsal hareketleri toplumsal emeğe bağlayamazlarsa dünya için değişim diye bir umut kalmaz diyorum.

Bakalım duyan olacak mı?