Söylemekten bıkmayacağım: Bir yanda aya seyahatler düzenliyor, oturduğumuz koltuklarda bir tuşa basarak dünyayı ayağımıza getiriyoruz; öte yanda her gün bir-iki trilyon para dünya etrafında fır dönüyor.... Ama bu “akıllı” insanlık, bu çok “gelişmiş  uygarlık”, bu çok “zengin” dünya ne savaşı, ne açlığa, ne yoksulluğu silebilmiş.

Hemen itiraz etmeyin; tüm bunların bir sistem sorunu olduğunu biliyorum pekala! Ama sistemleri topa tutarken, insanların, hele de yöneticilerin hiç mi günahı yok diye de sormak gerekiyor. Sistemleri yaratan da, sürdüren de onlar; bunları allayıp pullayıp insanların karşısına çıkan da.... Dünyanın neresine gidersek gidelim,  liderlerin seçim nutuklarında birbirine çok benzer tiratlar atıldığını görmek şaşırtıcı olmaz herhalde.

Hepsi insanlık aşığı, uygarlık havarisi, demokrasi sevdalısı! Savaşa karşı barış, kaba güce karşı hukuk, despota karşı demokrasiden yana olmak yolundaki sözler ağızlarından düşmez. İnsanın en değerli varlık  (ama kendinden ama yaradandan dolayı), hemi de eşit ve kardeş, insan haklarının ise vazgeçilmez önemde olduğunu söylemekten bıkmazlar.

“Yok kardeşim, eşitlik filan yok; yalnız rengin, ırkın, dilin, cinsiyetin nedeniyle değil, bir de cebindeki paraya göre tartılıyorsun ‘insandan’ sayılmak için” diyeni hiç gördünüz mü aralarında?

Yaptıklarının ise, kiminin dilini, dinini yasaklamak, kiminin üzerine bombalar yağdırmak, kimini de açlığa, yoksulluğa mahkum etmek olduğunu görmemek mümkün mü?

Şu bitmeyen savaşlara bir bakın. Ağızlarından, uygarlıkmış, 21.yüzyılmış gibi lafları eksik etmeyenler, perde gerisinde yüzbinlerce insanı ölüme göndermekten de, savaşın “insan maliyetini” arttıracak silahları üretmekten de, almaktan da vazgeçmiyorlar. Hangi insanlık?

İki dünya savaşı çok anlatılır ya, aslında o günden buyana bitmeyen savaşları konuşmak gerek. Örneğin Dünya Bankası için hazırlanan bir rapora göre, 1945- 1991 arasında 40 milyon ölümden söz ediliyor; tüm yüzyıl hesaba katıldığında ise ölümler 150 milyonu buluyor[1] Soğuk savaş sonrası ölenler ise azalmış değil, daha da artmış durumda. Ve daha önemlisi, Hobsbawn’ın kullandığı gibi ne bu savaşlar, ne de bu ölümler, -doğal afet ya da kader değil- “insan kararlarının” sonucu!

Olay ölenlerle de bitmiyor. Savaş, aynı zamanda, yaralanan, hastalanan, , yerinden  yurdundan olan, işini yitiren, yoksulluğa düşen, yetim kalan çocuklar demek. Yani bıraktığı iz hem çok derin hem çok yaygın. Bazı araştırmacılar, hane halkı ölümleri ve Dünya sağlık Örgütü verilerinden yola çıkarak oluşturdukları bir hesaplamayla, 1955-2002 arasındaki 50 yılda yoğun savaşların yaşandığı 13 ülkede ( Kongo’dan Vietnam’a ve Bosna’ya kadar)savaşa bağlı ölümlerin 5,4 milyonu bulduğunu iddia etmekteler.[2]

Rakam hiç abartılı gelmesin. Daha da kötüsü var. UNDP, açlık, yoksulluk ve çevre koşulları nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde her yıl 25 milyon insanın öldüğü tahmininde bulunuyor.

Örneğin yanı başımızda yaşanan Irak savaşı 1 milyona yakın insanın ölümüne neden oldu; yaraları bununla da bitmiyor. Nüfusun yarısı yoksulluk içinde; 4,5 milyon babasız kalmış çocuk, 2 milyon dul kadın, 1,5 -2 milyon başka ülkelere sığınmış insan var. Kentlerin yıkıldığı, tarihsel,-kültürel mirasın yanıp yıkıldığı bir ülkenin, bir de yıkılmış bir halkla  kolay toparlanamayacağı ortada. Toparlanmak bir yana,  ırklar, mezhepler, bölgeler arasındaki savaşı da bitirmesi  kolay görünmüyor. Kimi Kürtler, kimi petrol, kimi Sünni ya da Şii diyerek savaşını haklı göstermeye çalışacak ya; kaybeden yine insanlar olacak.

“Birlikte yaşamak ve paylaşmak niye bu kadar zor” diye sorsanız, insanları, ya da halkları mı, yoksa  politikacıları, liderleri mi gösterirsiniz?

Başbakan’ımızın da dediği gibi, “adam gibi” ölmeye hazırlanması gerekiyor bura halkları. Yaşam değil ölüm kutsal bu coğrafyada.

Ortadoğu, Asya, Afrika savaşla yatıp, şiddetle kalkarken, savaşları geride bırakmayı öğrenmiş Batı’ya bakıp, gelecek açısından umutlanmak da zor. Zor, çünkü bugün kendi içindeki savaşları geride bırakmış olsa da, dünyanın bu kadar aç gözlü, bu kadar kanlı hale gelmesinde Batı’nın payı çok. Bugün sürüp giden savaşların gerisindeki rolü de, yeri de büyük. Silahların oralarda ( Batı, Kuzey) üretilip, buralarda (Doğu, Güney) kullanıldığını da unutmamak lazım. Yine de ne zenginleşmeye yeter diyebiliyor, ne de zenginliğini kendi içinde paylaşmak açısından biraz daha adil olmaya niyetlenmekte. Küresel düzeyde finansal işlemler üzerine bir vergi koymak bile mümkün olamıyor.

Kısacası oralarda da, yine “insanların verdiği  kararlarla”, insanların geleceğini başka biçimde karartılmaya devam.  İşte Yunanistan ve birçok AB üyesi ülkelerin hali.... Hepsinde ekonomik kriz, işsizlik ve sosyal eşitsizlikler büyümekte; kaybedenlerin isyanını, sokaklara döküldüğünü de görüyoruz. Örneğin ETUC’un 14 Kasım’daki “iş ve dayanışma”  eyleminde, 28 ülkede yüzbinlerce insan AB’nin kemer sıkma politikalarına hayır dedi. (Yeterli miydi? Hayır ve ayrıca konuşmak gerek.)

Peki ne oldu; ya da olabilir? AB’nin ve AB üyesi hükümetlerin bankaları ve şirketleri bir yana koyup, insanları dinlemesi mümkün müdür sizce?

 



[1] Milton Lietenberg, Deaths in Wars and Conflicts in the 20th Century, Cornell University, Occasional Paper, 2006.

[2] www.bmj, “fifty years of violent war deaths from Vietnam to Bosnia analysis of data from the world health survey”, 20 Kasım, 2012