Sokakta iki tür insanla karşılaşırsınız: Memleket meselesini kendine dert eden, yön/pusula arayanlar ve “ben ekmeğimin peşindeyim deyip” olan bitene kayıtsız kalanlar.

İkinciden başlayalım. Eğer bir ekmek istiyorsa kişi, tam da bu gerekçeyle, nasıl bir düzende yaşadığını sormalı, sorgulamalıdır. İktisadi güçlükle boğuşan kimse, nedense ülke meselesi kendi dışındaymış sanır! Yazgı sandığı ideolojik durum altında giderek küçülür ve yoksullaşır. Elinde öte dünyadan başka bir şey kalmaz. Siyasilerin bu kitleyi ilk hedef görmesi bundandır. Kolay vaatlerle gönlü çelinir bu insanların. Dahası; hakikati işitmek yerine, hayali olana, öte dünyadan haber verene daha çabuk ikna olur. Derin çelişkidir bu.

Birinci grup; daha okur/yazar ve sorgulayandır. Kentli, orta sınıf desek yanlış olmaz. Bu kitlenin temel çaresizliğiyse bu çağdan kaynaklı… Onca farklı kaynaktan, sınırsız bilgi geliyor ve bunu ayıklayıp tahlil etmek türü güç bir yükümlülükleri var bu kişilerin. Hele siyasal mücadele deneyimi yoksa, bir de yalan yanlış bilgiler sıkça önüne konuyorsa, içinde endişe büyütüyor bu insanlar. Kavgaya nereden gireceğini bilememekten tutun, güncel kaygılara dek boğuntu yaşıyorlar.

Yine bize özgü bir tavırla, hep bir kurtarıcı veya kanaat önderine/yol göstericiye gereksinim duyuyor iki kitle! Neden? Çünkü elindeki olanakla düzeni değiştireceğine inanmıyor. Ekmeğini büyüteceğine, adil bir düzende yaşama talihine sahip olacağına ikna değil. Biri mehdi türü birinin ardına düşmek isterken, diğeri de kendi meşrebine uygun kurtarıcı istiyor. Esasen örgütlü olmak, sorunları birlikte dert edinip üzerine yürümek gereğini iki kitle de bilmiyor. En acısı; her iki grupta devlet, düzen, iktidar, muktedir (ne derseniz deyin) karşısında kendini küçük ve değersiz sayıyor.

Okurlarla buluşmaya gittiğim her yerde ‘umut’ bekleyen insanlar görüyorum. Sevgileri, yürekleri büyük… Bir hamle yapmak, eylem içinde olmak istiyorlar. “Gezi” hepsini derinden etkilemiş, sönümlenmiş olmasından kırgınlar bir yanıyla. Ben ve benim gibi kamuoyu önünde olan sevdiklerinden “gelecek güzel günleri” işitmek istiyorlar. Bunu başaran ve hamasetle, nabza göre şerbet veren pop şöhretler çok. Bir tür pazarlama tekniği bu. Aydın sorumluluğu hakikati söylemeyi gerektirir.

Bir düşünürün/aydının karamsar, karanlık olmasını anlamam ben. Yaratmak, düşünmek, eleştirel olmak; yeni bir düzen kurmak olasılığını güçlendirir, ötesi toplumlar umulmadık tepkiler verir, bunu bilir aydın kişi. Kaynağı derinde olan; erdem, etik değerlerden gelir ve o mucize aniden belirir. Bir deprem gibi… Doğa karşısında nasıl onca bilgimize ve gücümüze karşın şaşar ve etkilenirsek; toplumsal olaylar karşısında da aynı duyguya kapılırız. Hakikat budur. Faşizm yükselir, yıkar, öldürür ve gün gelir insan haysiyeti karşısında diz çöker.

“Peki, bu ne zaman olacak?” sorusu anlamdan yoksundur. Depremin olacağını bilmemiz, ne zaman olacağını da bilmemiz anlamına gelir. Tam saati söylemek, zaman bildirmek değildir. O aptalca bir güven arayışına uydurma yanıttır. Oysa depremin varlığını ortaya koyan bilim, akılla ve çalışmayla hazırlıklı olma gereğini göstermiştir. Toplum patlar. Ne zaman? Her an olabilir bu. Bakınız “Gezi” somut veri…

Kişi: “Benim payıma düşen nedir?” sormalı. Bu soruyla yola koyulduğu zaman ‘kutsal kurtarıcı’ fikrinden sıyrılır. İzleyici olmak yerine, oyunculuğu seçmiştir ve terleyecek, yorulacak, kavga verecektir. Oyunun içinde olanın umudu hep tamdır.

İlkin, hiç kimsenin kendinden daha akıllı olduğuna inanmamak gerekir. Ardından medya aracılığıyla sunulan tüm bilgilere kuşkuyla yanaşmak ve gazeteci gibi, çifte doğrulatma yaparak akıl yürütmek şarttır. Bizim ülkemiz servis gazeteciliğiyle ünlüdür. Ben hep zamanlamaya bakar ve o haberin kime yaradığını sorarım kendime. Elbet hakikat esastır. Bunu açığa çıkarmak gerekir. Bazen o hakikati duyar, kimden geldiğine itibar etmemek gerekir. Bu da bir ayıklama becerisidir.

“Tüm bunları nasıl yapacağım?” diye sorabilir kişi kendine. Bizim gibi ülkelerde deneyimli yurttaş olma şartı aranır soluk almak için. Tüm tarihimiz bunun örnekleriyle doludur ama AKP dönemi alabildiğine böyledir. Üstelik diktatörlerin olduğu her yerde kaos vardır. Kaldı ki; neoliberal siyasetin parıltılı paketle sattığı “Açık Toplum” tezi de baştan sona yalan dolandır…

Diyeceğim; felsefe, siyaset, tarih ve edebiyata yüz vermeden bu pislikten arınmak mümkün olmaz. Salt güncel olanla ilgilenmek ahmaklığı artırır o kadar!