Akılsız madde var mı? Bilmiyorum, ama bilim bir gün sağlam kanıtlarla bize anlatacaktır diye umuyorum; bana öyle geliyor ki taşların da, aklını bilemiyorum ama hafızası var. Bugünden bildiğimiz gerçek ise, maddesiz aklın olmadığı, olmayacağı, olamayacağıdır. Diyor ki Nikolov Buharin, “Düşünce beyin olmaksızın var olamaz; arzu eden bir organizma olmadan arzular imkansızdır.” (Aklın İsyanı; Alan Woods-Ted […]

Akılsız madde var mı? Bilmiyorum, ama bilim bir gün sağlam kanıtlarla bize anlatacaktır diye umuyorum; bana öyle geliyor ki taşların da, aklını bilemiyorum ama hafızası var. Bugünden bildiğimiz gerçek ise, maddesiz aklın olmadığı, olmayacağı, olamayacağıdır. Diyor ki Nikolov Buharin, “Düşünce beyin olmaksızın var olamaz; arzu eden bir organizma olmadan arzular imkansızdır.” (Aklın İsyanı; Alan Woods-Ted Grant. Yordam yayınları, sf.321)

Arzular konusunda da kafam karışık, kimilerinde maddenin epeyce hacim tuttuğunu, “arzuların şelale” olduğunu ama aklın pek de o kadar güven vermediğini görebiliyoruz. Tamam, beyin olmadan düşünce olmaz ama politika söz konusu olduğunda aklın tatile çıkabileceğini, görkemli hacmin ise kendini pekâlâ bütün “müsamerelerde”, “münazaralarda” her türden “yetenek siz misiniz?” programlarında gösterebileceğini de kabul edelim artık.

Düşünce ile varlık arasındaki ilişki yüzyıllardır felsefenin temel konusudur. Sonra bilim geliştikçe felsefenin alanının daraldığı da söyleniyor. Zaman nasıl ancak bir fonksiyon olarak tanımlanabiliyorsa, akıl da, yine kitabın izindeyim, beynin varoluş tarzıdır. Zaman ne kadar soyut kalmakta ısrar etse de aklın giderek maddeyle arasındaki ilişkiyi sıfırlama eğilimi içinde olduğu iddiası güç kazanıyor sanki.

O müthiş nöronlar ağı ve hizmet eri glia diye anılan daha küçük hücrelerle birlikte bir düşünün, ortalama bir buçuk kilo ağırlığındaki beynimizin içinde hızı, -hız denilince zaman ve hareket de işin içine girer değil mi- ölçülemeyecek kadar yoğun bir trafik var. Adrenalin nedeniyle ortaya çıkan krizlerin yol açtığı sorunların bulaşıcı olabileceğini, beyinler arası ilişkinin, -bilim bu konuda kutsal kuantum sayesinde adım atacaktır eminim- ülke ekonomisini, politikasını etkileyebileceği, iç ve dış savaş tehlikesini artırabileceğini düşünüyorum ister istemez.

Bir de nöronlar arasındaki ters ilişkinin de gerçekleri tersyüz etmesi meselesi var. Sık sık rastlanabiliyor; örneğin, enflasyon konusunda konuşan bu konuda epeyce kurs görmüş birisi, “gıda fiyatları artmasa, enflasyon falan olmaz” diyebiliyor ki, gerçekten de öyledir. Ya da yine bir vakitler söylenmişti; aklın, zekânın zirvesidir; “okullar olmasa maarif ne kadar kolay olurdu”, ki kimse mantığın ters, akla aykırı olduğunu söyleyemez.

Ben ne zaman yazıda sıkışsam Marx Babaya başvururum; aman yanlış anlamış olmayayım diye kaygılar içinde okurken, nöronlarımın isyan ettiğini hissederim. Bu kez de öyle oldu, memlekette her şeyin geriye doğru gittiğini söyleyenleri dinledikçe, acaba Marx’ın “köhnemiş üretim tarzlarının bitkisel yaşamlarını sürdürmelerinin mirası olan bir dizi sıkıntı, doğurdukları çağ dışı toplumsal ve siyasi ilişkilerle birlikte bizi eziyor. Yalnız yaşayanlar değil, ölüler de canımıza okuyor, Le mort saisit le vif! – ölü diriyi sımsıkı tutar!” (Kapital, cilt.1.Önsöz.sf.19 Yordam Yayınları) cümlelerini okurken, bizi mi anlatıyor aman, diye neredeyse balataları yakıyordum.

Sonra devam ettim okumaya önsözü. Hiç kuşkum kalmadı, bizi anlatıyor: “Perseus, peşlerinden gittiği devler kendini görmesin diye, sisten yapılmış bir takke kullanırmış. Bizse, devin varlığını inkâr edebilmek için, sisten takkeyi kendi gözlerimizin ve kulaklarımızın altına kadar indiriyoruz.” (A.g.e. sf.19)

İşte gerçek budur ve inkâr ve olanın tersini söylemek, iktidarların bekası için esastır. Yüz kere, bin kere söyleyin ki, bakmayınca, özellikle de görmeyince yok olur iste o sıkıntılar.

Olmaz mı, olmuyor mu?