Google Play Store
App Store

Kültürel farklılıkları, nüfus içindeki farklılıklarla açıklamaya çalışan edebiyat, sonunda gerçeği görür, Marx’ın dediğine gelir ve biz de bıkmadan usanmadan şiirin çılgın dünyasında gücünü, şairin inadını yazmaya çalışırız.

Edebiyat kulvar değiştirdiğinde

Türk edebiyatı romanı, şiiri, denemesi, anlatısı ile bir bütün olarak inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bu durum Marx’ın ünlü saptamasını haklı çıkaracak bir gelişmeye denk düşer. “İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri değildir; aksine onların bilinçlerini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır.” Bu cümlenin katı bir şekilde anlaşılması, bilinçli eylemi her zaman hiçe sayan bir vurguyla yinelenmesi yanıltıcı olabilir. Bilincin ya da daha genel söyleyelim ideolojinin toplumsal ilişkiler üzerinde büyük etkisi vardır. Öyle olmadığı varsayılırsa sınıf mücadelelerinin de devrimci eylemin de hiçbir anlamı kalmayacaktır. Türk edebiyatı söz konusu olduğunda da bilinci toplumsal varlıkların belirlediği tezi ile bilincin de ilişkiler üzerinde etkin olabileceği, olduğu tezi birbirini etkisizleştirmez, tam tersine bütünler. Ünlü 11. Tez de bu gerçeğin bir başka ifadesidir. Orada da dünyayı yalnızca yorumlamakla yetinilemeyeceği, sorunun dünyayı değiştirmek olduğu vurgulanır. Bir başka önemli saptama da insanların tarihlerini verili koşullar altında yaptıkları saptamasıdır. Burada hem verili koşullara hem de değişimi gerçekleştirmesi beklenen özne olarak insana, konumuzun da öznesi olan sanatçıya, edebiyatçıya atıfta bulunabiliriz. Türk edebiyatının durumu da bu ikili duruma uygundur. Metin Çulhaoğlu Aydını tanımlarken “aydının toplumda bir düzen, yerleşiklik, oturmuşluk ve akılcılık” aradığını yazmıştı (Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, s. 27). Bu saptama edebiyatçılar için de geçerli olmalı. Ama aydın ya da edebiyatçı yine Çulhaoğlu’nun dediği gibi ne kendisine içkin bir dinamizmle ne de kovuğuna çekilmiş halinin değişmezliği ile tanımlanabiliyor.

Sınıf mücadelesi nereye gitti? 

Eserini ve eylemli varlığını değerlendirmeye çalışırken onun eserini nasıl ortaya çıkardığından çok, neyi yansıttığına bakmak edebiyatçının tarihsel konumunu anlamamızı kolaylaştırır. Kuşkusuz ortaya çıkan edebiyat, ilk başta belirtilen genel çerçevenin dışına çıkamayacak, toplumsal iniş çıkışlarla paralellik gösterecektir. Yine de bir bütün olarak gelişmeye bakıldığında edebiyatçının, sanatçının olumsuz gelişmeler karşısında hızla kendini duruma uydurduğunu söylemek de haksızlık olur. Hızla değil ama sonuçta sisteme, rejime ayak uydurma, sessizliği seçme, geri çekilişin üstünü örtecek ideolojik çıkışların peşine düşmek ağır basacaktır. Cumhuriyet dönemi edebiyatı bu tür eğilip bükülmelerin tarihidir. Öncelikle belirtmekte yarar var. Edebiyatımızda içinde kırmızı renkler de taşısa ağır basan, antikomünizm saldırısı karşısında hızla savunma konumlarına çekilmek, sosyalizmin yenilgisinden beslenen farklı arayışlara, sözgelimi postmodernizm gibi modernite “eleştirilerine” sığınmak oldu. Kurtuluş sonrasının ve Kuruluş döneminin devrimci atılım yılları, aynı zamanda sınıf gerçeğinin de resmî olarak reddedildiği yıllardır. Bu dönem aydınlarının gelecek öngörüleri ve mücadeleleri bu ikili durumun izlerini taşır. Bir yandan uygar dünyaya katılma, modernitenin kendini gösterebilmesi için alan açma çabası sürerken, eşzamanlı olarak sanatçılara, edebiyatçılara baskıların artması ve antikomünist ideolojinin yaygınlaşmasını sağlayan hukuki yapının oluşturulması belirleyici oldu. Edebiyatta sıklaşan tutuklamalar uzun hapislikler edebiyat dünyasını sindirmeye, direnenlerin yalnızlaştırılmasına yetti.

Kültür tuzakları 

Her koşulda direnen edebiyatçıların sayısı, iki elin değil bir elin parmakları kadar azdır. Bu gelişmeyi Fatih Yaşlı özlü bir şekilde şöyle anlatır: “Düzen karşıtı söylem de sınıfsal değil kültürel bir eksene yerleştirilir ve kapitalizm eleştirisi ancak kıyılarda köşelerde ve âdet yerini bulsun kabilinden diyebileceğimiz şekilde rastlanır. O eleştiride de hiçbir şekilde gerçek anlamda bir düzen değişikliğinden söz edilmez, kapitalizmin ve sosyalizmin dışında üçüncü bir yolun olabileceği söylenir ama o üçüncü yol eninde sonunda kapitalizme çıkar. Ayrıca devlete metafizik bir gözle bakıldığı için onun sınıfsal karakteri sessizce geçiştirilir” (Devlet, Düzen, Anarşi, Yordam Kitap. s. 13).

Konumuza bir başka açıdan yaklaşan ve cesur yorumlarıyla aydınlarımızı tartışmaya çağıran Taylan Kara “21. yüzyıl öncesinde kurulan normlar, çizilen sınırlar ya da belirlenen kavramları içeriğinden ve işlevinden bağımsız olarak dinamitlemek, 21. yüzyılda oldukça popülerleşen bir felsefi tavırdır. Esasen yeni çıkan her düşüncenin, değişik düzeylerde geçmişin normlarını aşındırması ya da yıkmaya çalışması son derecede doğaldır. Ancak bu durumdan farklı olarak 21. yüzyılda felsefe ve edebiyatta ‘normları yıkma’ ‘sınırları yok etme, ‘kavramları aşındırma anlayışları çeşitli sanat eserlerinde ve düşüncelerde adeta ‘norm’laşmıştır. Artık ‘normları yıkmak’ ‘normun kendisi’ haline gelmiştir” diye yazmıştı (Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme, 5.cilt, Bulut Yayınları, s. 14). Tartışma çağrılarını görmezden gelmek yalnızca cesaret eksikliğini değil aynı zamanda postmodern tezlerin kofluğunu göstermiyor mu?

Son yıllarda yayımlanan romanlara, hikâyelere ve genç kuşakları etkileme gücü yüksek şiir dünyasına göz atmak insanı önce üzüyor, sonra bir, iki, beş, on iyi şiir ve şairle karşılaşınca da seviniyor insan. Şiirden konuşalım, öyle bir noktaya gelip tıkandı ki şiir, döne döne eski ama neyse ki eskimeyen şairlerimizi okumaktan başka çare bulamıyor insan. İyisi insana mutluluk veren, direncini yükselten hal, şiirde küfre ve duygu pornografisine dönüşüyor. Şiirde bir sır bir giz olarak değer kazanan anlam, anlamsızlığın tuzağında çıkış arıyor. Ama daha önemlisi şiirde birikim sıfırlanmış, sınıf mücadelesi edebiyattan kovulmuş, edebiyat düzenin itiraz edenleri rehabilite etmenin aracına dönüşmüştür. Şiirin içini boşaltmaya yeminli şairler, bireyin toplumsal hareket içinde bireyleşebileceğini ya hiç duymadılar ya da tek başına olmanın sıkıntısından haberleri yok. Oysa Marx bu konuyu derinlemesine ele almış, Grundrisse’de insanı, kelimenin tam anlamıyla bir “zoon politicon” olarak tanımlamış, yalnızca topluluk halinde yaşayan bir hayvan değil, ancak toplum içinde kendini bireyselleştirebilen bir hayvandır diye anlatmıştı.

Edebiyat tarihi öfkeli yazarlar şairlerle büyüdü ve şairler kendi gelecekleri için öfkeyi, isyan ile itiraz ile devrimci tutum ve davranışlarla resmetmek, anlatmak gerektiğini iyi bilirler; daha doğrusu tarih bu türden örneklerle doludur.

Bir şey daha söyleyelim de kapatalım konuyu. Kültürel farklılıkları, nüfus içindeki farklılıklarla açıklamaya çalışan edebiyat, sonunda gerçeği görür, Marx’ın dediğine gelir ve biz de bıkmadan usanmadan şiirin çılgın dünyasında gücünü, şairin inadını yazmaya çalışırız. Söyleyebileceğimiz özetle şöyledir: İnatçı ve isyankâr olmayan, gerçeklikle ilgisini yitirmiş sözler çok güzel görünseler bile şiir olarak adlandırılmayı hak etmezler.

***

BirGün okurları şimdi karşı karşıya bulunduğumuz tehlikenin farkındadırlar; biliriz ki aydın eleştirisi her zaman can sıkıcıdır. Çünkü hepimiz dostlarımızı eleştirmenin işe yaramayacağını düşünür, elimizin kolumuzun bağlandığı duygusuna kapılırız. Gereksiz bir duygudur bu. Tuzaklardan korunabilmek için meydanın boş olmadığını bilmemiz, bildirmemiz iyidir.

Kafası postmodernizmin ağır saldırısı altında karışmış arkadaşlarımıza yardım etmemiz, şiirin, edebiyatın insandan, halktan, çalışanlardan yana olan zorlu mücadele kulvarını terk etmemesi gerektiğini ısrarla, inatla söylemekse çok daha iyidir…