Gerilen sinirlerin bir sahibi yok mu? Kolayca ve belki de “eski hikâye, şematik, ideolojik boş laf” diyenler ya da cahil bir toprakbilimci gibi “kapitalizm sömürmez, altın aramanın nesi kötü, maden aramayalım mı yani” diyerek gevrek gevrek gülenler olabilir.

Sinirler neden gergin?

Felaketler zincirine her gün yeni bir felaket ekleniyor. “Doğal” dediklerine bakmayın hiç birisi doğal değildir, insan marifetidir; çapı ve etkisi giderek büyüyor, baş edilemez hale geliyor. Kanıksamamız, alışmamız istenen yıkıma, kırıma, kadınlara, çocuklara yönelen saldırılara, cinayetlere, çağdışı ilkelliklerin meşrulaştırılması ekleniyor. Sokakların güvenli olmadığı söylenir oldu. Eskiden değeri olsun olmasın gazetelerin 3. sayfalarında sosyete –şimdi “fenomen” mi diyorlar– magazini arasında yer bulan haberler artık birinci sayfaların manşetidir. Bu son yılların Covid pandemisi ile zirveye çıkan, depremle kalıcılaşan, son siyanür tehdidi ile yürek yakan sıkıntıyı anlatmak için sanırım “sinirler gergin” en uygun sözdür.  

Peki, bu gerilen sinirlerin bir sahibi yok mu? Aslında yanıtı en kolay soru budur. Siyasetten başlayın ve yukarı doğru çıkın; sermaye düzenini, her gecen yıl öz bunalımına çözüm bulmakta zorlanan, birbirini izleyen krizlerin yükünü halk kitlelerine yüklemekten başka çıkışı olmayan kapitalizmdir gerilen sinirlerin sahibi. Kolayca ve belki de “eski hikâye, şematik, ideolojik boş laf” diyenler ya da cahil bir toprakbilimci gibi “kapitalizm sömürmez, altın aramanın nesi kötü, maden aramayalım mı yani” diyerek gevrek gevrek gülenler olabilir. Olsun, hikâye, kökeni eski olmakla birlikte eski değildir, yeni zamanların, son yüzyılın ilk çeyreğinin, altın arayan şirketlerin siyanür yüklü dağlarını üstümüze yıktığı sistemin “altın altın!” diye insanı yok etmeyi göze alan kapitalist çaresizliğin, edepsizliğin sonu kötü bitecek hikâyesidir. Çaresi de içinde gizlidir.   

Sistem çaresiz ya biz? 

İçinde ne var? İçinde çaresiz sistemin çırpınışları var. Dışarı taşmasın; gizli, sırlı kalsın; gizlenemiyorsa, görüneni din iman elde ne varsa, bin derenin suyuyla ehlileştirme çabası var. Bunun için bütün eylemini daha fazla kâra odaklamış, kârın düşme eğiliminden korkuya kapılan, bu nedenle de her şeyi yakıp yıkmaya endeksli mafya çaresizliğini ve bu çaresizliğin vahşete dönüşen saldırganlığını görmemiz gerekiyor.  

İklim krizinden başlayalım. Kapitalizm bu büyük suçun sorumlusu olarak kendini gizleyebilmek için elinden geleni yapıyor. Ama aynı zamanda çevreyi kirletmekten vazgeçemeyeceğini de ilan ediyor. Demagojik söylemi şöyledir: “Tamam inkâr etmiyoruz böyle bir sorunumuz var, ama zaman içinde biz, yalnız biz bu sorunu çözeriz, çözüm için sistemi sorgulamak anlamsızdır.” Biz de diyoruz ki, hayır siz bu sorunu çözemezsiniz, çünkü çözüm sizin varlık nedenlerinizi ortadan kaldırır. Bulduğunuz çözümler sorunları ortadan kaldırmak bir yana derinleştiriyor. Sorunlara yeni sorunlar ekliyor. İklim krizine, krizi daha da derinleştiren insanları oradan oraya savuran göçler, gelişen teknoloji ile daha da vahim hale gelen kışkırtılmış savaşlara yenileri ekleniyor. Emperyal merkezler aynı yöntemle yani “evet savaşlar kötüdür ama ne yapalım saldırılara karşı başka yol bulamıyoruz” demagojisiyle kötülük kaynaklarını, çağdışı fanatizmi yaratanın kendisi olduğunu gizleyerek insanlığı bir kere daha yanıltmaya çalışıyor. 

İklim sorunun çözümü ancak sistemin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Bu ne demek? İklim krizi insanlığın önüne koyduğu sistemle açıkça çelişen çatışan bir dizi başka sorunla da iç içe bir krizdir. Çocukların kadınların varlık ve gelişme sorunları, küresel göç sorunu, hayvan hakları, bilimsel gelişmenin önümüze koyduğu robotik teknolojisi, yapay zekâ ve diğer konular sistemin ortadan kalkmasını yani sorunun bütünsel olarak çözülmesini gerektiren parçalardır. Her biri kendi başına bir bütün oluşturan parçaların genel bütünle karşılıklı etkileşimi yerine, parçaları bütünden koparan anlayış yanıltıcı olur.  

Bütün-Parça ilişkisi 

Kapitalist sistem görece hızlı sayılabilecek bir çöküş dönemini yaşıyor. Sistem, krizlerini çözmekte sıkıntıya düştükçe, ki bu artık daha sıklaşan bir süreçtir; bir yandan umutsuz geleceğini güvence altına alabilmek için dünyayı dizayn etme çabasını yoğunlaştırıyor; bir yandan da sistemin geleceğinin olmazsa olmazı silah sanayisinin varlığını ve gelişmesini sürdürmesini amaçlıyor. Büyük yıkımın, kırımın kurbanı olmuş, Hitler’in gazabını yıllarca yaşamış ve yaşatmış Almanya’da bile militaristler büyük savaşa hazırlanmaktan söz ediyor. 

Ama aynı zamanda bilimsel teknolojik gelişmede de hızlı adımların atıldığını sevinçle görüyoruz. Kuantum devrindeyiz ve gelişme hızının ivmesi arttı; bilimde devrimci gelişmeler, ataklar gündemde. Bu gelişme geniş kitlelerle bilgi arasındaki uçurumun derinleştirilmesinin, cehaletin, hurafenin yaygınlaştırıldığını görmezden gelmemek gerektiğini de gösteriyor. Umutla umutsuzluk iç içedir. 

Bütün bu gelişmenin ufuk açıcı temel kavramlarından birisi belki en öncelikle olanı “Bütünlük” kavramı, bağlı olarak Bütün-Parça ilişkisidir. Türkiye’de de akademide ve siyasi literatürde daha çok üzerinde düşünülen, kavranmaya çalışılan bütünlük kavramı Hegel’den Marx’a gelişen bir çizgi izlemiş; bilimde, farklı disiplinlerde ve siyasette daha çok kullanılır olmuştur.  

En önemli analiz yöntemi olarak Bütün-Parça ilişkisinin temelinde bütünün parçalardan oluştuğu ama parçanın bütünle ilişki içinde var olduğu ve parçaların aritmetik toplamının değil, birbirleriyle ve bütünle ilişki içinde anlam kazandığıdır. Bütünlük Hegel’in ve Marx’ın temel kavramları arasında yer alır. Bütün ya da Bütünlük sürekli hareket halindedir. Bu hareketlilik, Hegel’in söylediğinin tersine, öz-biçim ilişkisinin durağan bir yansıma olmadığını, parçaların ve bütünün birbirleriyle özdeş olmadığını vurgular ve Marx’ın geliştirdiği çelişkili birliği anlatır. Son yıllarda konu ile ilgili literatüre büyük katkı Bütün-Parça ilişkisini ilginç bir yaklaşımla geliştiren ve Bağlantısallık Yaşamdaşlık eseri ile (Ayrıntı Yayınları) bizlere sunan tanınmış beyin cerrahı Prof. Türker Kılıç’tan geldi. Değerli biliminsanı parça-bütün ilişkisini Bağlantısallık adı altında nöroloji alanından genel bilgi alanına taşıyor. Bu eserin okunması ve tezlerinin tartışılması yalnızca beyin cerrahisi ile ilgilenenler için değil hepimiz için yararlı olacaktır. Türker Kılıç’ın tezleri de zaten yalnızca beyin cerrahisi ya da bu disiplinle ilgili değildir. Son yıllardaki bilimsel gelişmeleri izleyenler Hegel’den Marx’a ve sonrasına uzanan çizgide ufuk açıcı kimi zaman kolay kabul edemeyecekleri tezlerle karşılaşacaklar.  

Bütün-parça ilişkisini psikolojinin gölgede kalmış bir kuramı olan Geştalt Kuramı’nı “İnsana dair başka bir bilim mümkün mü?” altbaşlığıyla Esra Mungan yazdı (Metis Yayınları). Geştalt kuramının neden bugüne kadar gölgede kaldığı ya da görmezden gelindiğini de sistemin tuzaklarından birisi olarak görmekte yarar var. Mungan’ın eseri de parça bütün ilişkisini ele alan tezlerin, Hegel-Marx üzerinden günümüz bilim dünyasına ciddi ve kalıcı bir giriş yaptığını gösteriyor. Hegel’in Bütünlük tezini Marx ve izleyicileri geliştirdi. Şimdi sözünü ettiğim iki eser farklı açılardan ve bu temel tezi gündeme getirdiler, tartışmaya açtılar. Böylece çok önemli bir temel tez Marksistlerin sınırlı alanından dışarı taştı.  

*** 

Başa dönelim; kapitalizm doğal ömrünü tamamladı, bilimdeki teorik pratik gelişmeler eğer birileri örgütlenip “tamam buraya kadar” demeyi başarırsa bu yüzyılın içinde onu tarihe gönderebiliriz. Ama başaramazsak uzun sürecek dünya çapında örgütlenmiş vahşi bir faşizmin karanlığına gömüleceğiz. Zaman kısa, ömürler daha da kısa. Ve torunlarımıza karanlık bir dünya bırakmak hiç de iyi bir şey olmaz…