Artık müfredatta evrim yok, niye peki? Çünkü İslamcılar dünyadaki canlı hayatın tek hücreli bir ortak atanın evrimleşmesi neticesinde bugünkü halini aldığını “O halde şimdiki maymunlar neden insan olmuyor” diye son derece bilimsel bir şekilde çürütüyorlar da ondan! Şaka bir yana, evrim, İslamcılara göre tanrının varlığını, dünyayı ve evreni “Ol” diyerek yarattığını ve başta Âdem ve Havva olmak üzere kutsal kitaplarda anlatılanları inkâr etmek anlamına geliyor ve bu yüzden de evrimin öğretilmemesi, anlatılmaması, okutulmaması gerekiyor.

Artık müfredatta Atatürkçülük de yok. Neden? Çünkü İslamcılara göre Atatürk, kendisini vatanı kurtarması için Samsun’a gönderen Vahdettin’e ihanet eden, saltanatı ve hilafeti kaldıran, tekke ve zaviyeleri kapatan, kadınların başını açtıran, İngilizlerin adamı bir İslam düşmanı da ondan! Bu yüzden çocukların Mustafa Kemal’i, fikirlerini, yaptıklarını, Milli Mücadele’yi öğrenmelerine gerek yok. İkinci Kurtuluş Savaşı anlamına gelen 15 Temmuz’u ve onun “başkomutan”ını öğrensinler yeter, gerisi gereksiz!

Peki bunlar istisnai olaylar mı, münferit vakalar mı? Bu tür “mikro” gelişmeler üzerinden bir siyaset okuması yapmamız ve buradan birtakım “makro” sonuçlara varmamız yanlış mı?

Bilakis değil, çünkü bu yaşananlar, istisnai ya da münferit vakalar değil. Ortada toplumsal, siyasal, kamusal alana yönelik, adı konulmamış, ilan edilmemiş ama planlı programlı bir şekilde yapıldığı açık olan bir dinselleştirme projesi var ve bu projeyi rejim değişikliği bağlamına oturtarak, yeni bir rejimin inşa edilmekte olduğunu görerek, rejimlerin değişmesi için illa anayasaların değişmesi gerektiği gibi bir zorunluluk olmadığını bilerek okumamız gerekiyor.

Evet bugün Türkiye anayasa değişikliğini konuşuyor; haklı bir şekilde de yapılacak olan bu değişikliğin rejim değişikliği anlamına geleceğinden söz ediliyor ve buna itiraz ediliyor ama sadece bu yeterli mi acaba?

Yani partili cumhurbaşkanlığına cevaz veren ve parlamenter rejimi ortadan kaldıran bu anayasa değişikliği teklifi hiç gündeme gelmemiş olsaydı, Türkiye’de yaşanan süreci bir rejim değişikliği olarak görmeyecek miydik?

Bu soruların yanıtı açık bir şekilde hayır ve bunun da esas olarak üç nedeni var. Birincisi artık egemenliğin kaynağı ulus değil millet. “İkisi arasında ne fark var, aynı anlama gelen sözcükler bunlar” diyenler olacaktır ama öyle değil. Ulus, (en azından teorik olarak) seküler bir kolektif kimlik olup yurttaşlık esası üzerine inşa edilmişken, iktidar jargonundaki “millet” dinsel bir kolektif kimliğe işaret ediyor; çünkü esas olarak iktidar partisine oy veren Müslümanlar, daha doğrusu Sünni Müslümanlar “millet” kapsamına dâhil ediliyor. Bu da egemenliğin kaynağının seküler olmaktan çıkarılıp dinselleştirilmesi, egemenliğin meşruluğunu gökyüzünden, tanrıdan alması anlamına geliyor.

İkincisi, kâğıt üzerinde parlamenter görünen sistem, fiilen çoktan bir tür başkanlığa dönüşmüş durumda. Ülke parlamentodan ve başbakan başkanlığındaki bakanlar kurulu tarafından yönetilmiyor, ülke Saray’dan yönetiliyor. Yani devlet aygıtı içerisinde de mevcut anayasal düzeni ihlal anlamına gelecek şekilde bir güç kayması var, güç parlamento dışında bir yerde Saray’da birikiyor ve devlet de giderek bir parti-devleti hüviyetine bürünüyor.

Üçüncüsü ise müfredat değişikliği örneğinde gördüğümüz üzere toplumsal yaşayış artık din olduğunu hepimizin bildiği bir “üst ilke” etrafında yeniden biçimlendiriliyor. Çocukların ders kitaplarından katılmak zorunda oldukları etkinliklere, “değerler eğitimi” adı altında dinsel bir ideolojiyle biçimlendirilmelerinden zorunlu imam-hatipleştirmeye, en somut şekilde eğitim alanında görebildiğimiz ama hayatın bütün alanlarını kapsayan ve din merkezli bir toplumsal mühendislik projesiyle karşı karşıyayız.

Amaç ise inşa edilmekte olan rejimin “makbul vatandaş”ını, yani “kininin ve dininin sahibi nesiller”i yaratabilmek.

Tüm bu söylediklerimiz anayasa değişikliğini önemsemediğimiz, ciddiye almadığımız gibi anlaşılmamalı elbette, aksine bu anayasa değişikliği fiili durumun anayasal statüye kavuşması anlamına geliyor ve çok büyük bir siyasal kırılmayı beraberinde getireceği gayet aşikâr, bu yüzden referanduma kadar odaklanılması, mücadelenin merkezinin inşa edileceği yer burası olmalı.
Ancak bu yapılırken, meselenin sadece anayasanın değişip değişmemesiyle sınırlı olmadığı, rejim inşasının siyasal ve toplumsal alanın bütününe yayıldığı, anayasa değişikliği gerçekleşmese dahi iktidarın rejimi değiştirme projesini devam ettireceğinin unutulmaması gerekiyor. Bu ise mücadelenin zeminini, direniş hatlarının nerelere kurulacağını, hangi toplumsal kesimlerle nasıl ilişki kurulacağını ve topluma nasıl bir dille seslenileceğini anlamak/anlatmak açısından olmazsa olmaz bir nitelik taşıyor, yola buradan çıkmak gerekiyor.