Bir rivayete göre üçüncü havalimanına “Sultan Abdülhamid Han” adı verilecekmiş. Kendi kişisel hazinesiyle, hafiye teşkilatıyla, sansür mekanizmasıyla, İslamcılığıyla ve istibdat rejimiyle, “zamanın ruhu”na son derece uygun bir tarihsel figür Abdülhamid.
Onun yazdıkları dışında pek bir şey okumayan ve Abdülhamid’i de ondan, yani “üstat”larından öğrenen Necip Fazıl’ın hem “milli” hem de “Türk” talebeleri için ise muazzam bir rol model elbette ki “Ulu Hakan.” Hayal ettikleri şey başkanlık değil, Necip Fazıl’ın “Başyücelik Devleti” benzeri bir sistem olduğuna göre -ki bunu başka bir yazıda ayrıntısıyla anlatacağım- başkanlıkla kastedilenin Abdülhamid’in pratiği ile Necip Fazıl’ın teorisinin sentezlenmesi olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır sanırım.

Pratik demişken; misal, 1876’da Jön Türklerin büyük mücadeleleriyle ilan ettirdiği Osmanlı’nın ilk anayasası Kanun-i Esasi, sadece iki yıl sonra, Rusya’yla yapılan savaş (93 harbi) gerekçe gösterilerek askıya alınmış, parlamento da kapatılmıştır. İlginç olan ise şudur: Abdülhamid parlamentoyu hiçbir zaman resmen feshetmemiştir; Şubat’ta tatil ettiği Meclisi Kasım’da toplantıya çağırması gerekirken çağırmamış ve böylece Meclis fiilen 30 yıl boyunca kapalı kalmıştır. Aynı şekilde, anayasa da resmi olarak hiçbir zaman ilga edilmemiş ve resmen yürürlükte olmasına rağmen fiilen hükümsüz sayılmıştır.

Bu aralar Marx’ın “İlkinde trajedi, ikincide komedi” sözüne sıkça atıf yapıyoruz ama nasıl yapılmasın ki? Rusya’yla savaş aşaması, fiilen açık olup olmadığı tartışmalı bir Meclis ve tahliyelere dair açıklamalardan sonra fiilen askıda olduğuna dair kanaatin giderek güçlendiği bir anayasa… Tabi arada yüz elli yıl kadar bir fark var olduğu için bu sefer istibdada “başkanlık anayasası” adı altında bir anayasal kılıf uydurulmaya çalışılıyor, “darbe anayasasıyla hesaplaşmak”tan, “vesayet”i ve “bürokratik oligarşi”yi bitirmekten söz ediliyor.
Demek ki 1876, 1908, 1921, 1924, 1961, 1982 derken yine bir “anayasa savaşı”nın ortasındayız. 1876, Jön Türklerin mutlakıyetçi rejimden kurtulma arayışlarının sonucuydu. 1908’de İttihatçılar uzun süren bir mücadele neticesinde Abdülhamid’e anayasayı yeniden yürürlüğe koymayı kabul ettirmişlerdi. 1921 Anayasası Milli Mücadele esnasında çıkartılmış bir metinken, 1924’deki metin yeni kurulan Cumhuriyet rejiminin anayasası olma özelliğine sahipti. 61 Anayasası Menderes diktasından çıkarılan derslerle ve demokratikleşme esasıyla, 82 Anayasası ise o demokratikleşmenin getirdiği ortamda yükselen toplumsal muhalefetin yarattığı korkuyla yapılmıştı.

Peki ya bugün? Bugün ne monarşiden meşrutiyete geçiş gibi bir meselemiz, ne bir devletin yerini başka bir devletin alması, ne de bir askeri darbe söz konusu olan. Bugün söz konusu olan şey, inşası fiili olarak devam eden dinsel tek parti/tek adam rejiminin nihai aşaması olarak başkanlık sistemine geçiş, yani rejimin anayasal bir statüye kavuşturulması kavgası.

Bu ise şu demek: Türkiye’de ilk kez, askeri darbe dönemleri hariç bir “ara rejim” var; çünkü son derece veciz bir şekilde ifade edildiği üzere, “parlamenter rejim bekleme odasında”, yani anayasal düzen fiilen askıda ve yine veciz bir şekilde ifade edildiği üzere şimdi “söz konusu olan bu fiili duruma uygun bir anayasa yapmak.” İşte tam da bu nedenle tahliyeler için, “Saygı duymuyorum, uymuyorum” denilebiliyor; anayasa askıda olunca anayasal kurumlar da, anayasal kararlar da, anayasaya göre bizzat anayasanın yürütülmesini gözetmekle mükellef kişi tarafından yok sayılabiliyor.

Üstelik kararları da bu bağlamda okumak gerekiyor; evet ortada doğru bir karar var ama bu onun “siyasi” olduğu ve iktidar savaşları bağlamında verildiği gerçeğini değiştirmiyor. Tırların durdurulması da, tırların durdurulmasına iktidarın verdiği yanıt da, mahkemenin tahliye kararı da düzen içi iktidar savaşının yansımalarından başka bir şey değil. Tam da bu nedenle, “Ankara’da hâkimler var” naifliğinin bizi götüreceği bir yer yok; ne hâkimler, ne hukuk devleti, Ankara’da hukukun silah olarak kullanıldığı bir anayasa savaşı var.

Hal böyleyken nasıl ki anayasa masasında oturmanın herhangi bir manası bulunmuyorsa; bir grup aydının yaptığı gibi, sanki ortada normal ve hukuki bir anayasa yapım süreci varmışçasına iktidarı söz konusu süreci müzakere etmeye çağırmanın da herhangi bir manası bulunmuyor. Karşımızda üzerine müzakere edilebilecek bir demokratikleşme programı yok, tek adam rejimine anayasal statü kazandırılması girişimi var. Bu girişimle ve sahibiyle mücadele değil müzakere edecek olan her tutum ise kaçınılmaz olarak karşı tarafın elini güçlendirmek, meşruiyetini sağlamak ve kendini figüran durumuna düşürmek anlamına geliyor.