Anti-komünizmden 15 Temmuz’a
1950 Türkiye’sinde, eğer bir avuç insandan oluşan TKP’yi saymazsak örgütlü bir komünist hareketten de, “komünizm tehdidi”nden de söz etmek mümkün değildi. Oysa aynı yılın Eylül ayında çoğu 2. Dünya Savaşı’nda Nazileri desteklemiş ırkçılardan oluşan bir grup, Komünizmle Mücadele Derneği’ni kuracaktı.
Dernek hızla ülke çapında örgütlendi ve solun yükselişe geçtiği 1960’ların ikinci yarısından itibaren özellikle taşrada çok sayıda şubesi açıldı. “Nurculuk” olarak adlandırılan akımın mensuplarından Fethullah Gülen, derneğin Erzurum şubesinin kurucularındandı. 60’lı ve 70’li yılların keskin siyasal ikliminde Gülen hızla kendi cemaatini inşa ediyor, ABD bu inşaya destek veriyor, devlet de gençleri “sapık ideolojiler”den yani komünizmden korumak için olan bitene göz yumuyordu.
Aynı yıllarda milliyetçi-mukaddesatçı gençler Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı altında örgütleniyor, ülkücülerden farklı olarak sokaktaki çatışmalardan uzak durmaya özen gösteriyor, paneller, konferanslar, imza günleri aracılığıyla örgütlenmeye çalışılıyordu. Onların da temel motivasyonu anti-komünizmdi. Necip Fazıl, Nurettin Topçu, İbrahim Kafesoğlu gibi dönemin önemli sağ figürlerinin temel derdi, komünizmle mücadele edecek nesillerin nasıl yetiştirileceğiydi ve MTTB bunun araçlarından biriydi.
Dünkü Milli Görüş ve bugünkü iktidar kadrolarının çok önemlice bir bölümü MTTB’nin rahle-i tedrisatından geçti. Abdullah Gül, Cemil Çiçek, İsmail Kahraman, Bülent Arınç, Abdülkadir Aksu gibi isimler üniversite yıllarını MTTB üyesi olarak geçirdiler, komünizmle “fikri” ve “siyasi” olarak nasıl mücadele edileceğini burada öğrendiler, sonrasında siyasete atıldılar.
Nurcularla Milli Görüşçülerin yolu kısa süreli Milli Nizam Partisi (MNP) deneyimini saymazsak hiç kesişmedi. Başta Erbakan olmak üzere Milli Görüşçülerin çoğu Nakşibendiliğin Halidi koluna mensup olan Gümüşhanevi ekolünün üyesiydi, diğer bir adlandırmayla İskenderpaşa Dergâhı’nın. Nurcular ve Fethullah Gülen ise, adları üzerinde, Said Nursi’nin takipçileri olarak görüyorlardı kendilerini.
Milli Görüşçüler MNP’den sonra yola Milli Selamet Partisi ile ve 12 Eylül sonrası da Refah Partisi ve ardılları ile devam ettiler, yani kendi partileri hep oldu. Nurcular ve Gülen Cemaati ise genel olarak merkez sağ partileri desteklemeyi tercih etti; bunun tek istisnası 90’ların sonunda kendilerine sonuna kadar kucak açan Ecevit’e verdikleri destekti.
İskenderpaşa geleneği daha “elitist” bir hareket olarak daha dar bir kadro modelini benimsemişti, ekseriyetle başarılı ve zeki üniversite öğrencilerini örgütlemeye çalışıyor, bu öğrencilerin devlette kilit yerlere gelmelerini önemsiyorlardı. Gülen Cemaati ise daha “avam” bir karakter taşıyor ve daha geniş bir kadro çalışması yürütüyordu. Bu nedenle de basitçe üniversite öğrencilerinin kendilerine intisap etmesiyle yetinmediler, çok daha kapsamlı bir örgütlenme modeli geliştirdiler ve eğitimin her alanına yöneldiler. İlkokullar, kolejler, dershaneler, yurtlar, kurslar, üniversiteler, bu devasa eğitim şebekesine zamanla dâhil edildi ve (elbette ki ABD’nin de desteğiyle) ülke sınırlarını da aşarak uluslararası bir niteliğe kavuştu.
Türkiye zaten gerçek anlamda hiçbir zaman sahip olmadığı sosyal devlet olma niteliğinden bütünüyle uzaklaşıp eğitimi özelleştirdikçe, yoksul çocuklarının önünde dinci gericiliğin okulları ve yurtları dışında başka bir seçenek kalmadı. Anti-komünizm ve emekçi düşmanlığının bir aradalığı dinci gericiliği büyüttü, onun bir örümcek ağı gibi bütün bir ülkeyi sarmasını sağladı.
Yoksul çocuklarına kancasını atıp onları geleceğin birer emir eri olarak yetiştiren gericilik, kapitalizmin nimetlerinden faydalanmayı da bildi. 70’lerin ortalarından itibaren İslami şirketler ardı ardına açılmaya başlandı ve gerisi geldi, holdingleşildi, bankalar kuruldu. Başörtülü kadınların merdiven altlarında ürettiği tekstil ürünleri üzerinde ve Müslüman inşaat işçilerinin diktiği gökdelenlerin gölgesinde devasa bir sermaye imparatorluğu yaratıldı. Sendikasız, grevsiz, toplu sözleşmesiz ama namazlı niyazlı bir emek rejimi inşa edildi ki, bir azgelişmiş ülke kapitalizmi için bundan iyisi düşünülemezdi.
Türkiye’de dinci gericilik egemen sınıfların emekçi düşmanlığıyla, sol korkusuyla büyüdü, kadrolaşmaya böyle izin verildi, şirketleri bu yüzden vergiden muaf tutuldu, yoksul çocuklarının hem bedenlerine hem zihinlerine tecavüz etmelerine bunun için göz yumuldu. İronik olan ise şu ki, “Komünistler devleti yıkmasın” diye açılan kapılardan giren İslamcılar 15 Temmuz itibariyle devlete tarihinin en büyük darbesini vurdu, düzeni tarihin en büyük kriziyle karşı karşıya bıraktı, şimdi ise o krizden çıkış için bütün düzen güçleri el ele vermiş hep birlikte çırpınıyorlar.