7 Haziran seçim sonuçları açıklanıp sandıktan koalisyon çıkınca, “anayasa profesörü” ünvanlı siyasilerden biri, “Millet kaosu seçti, hayırlı olsun” demişti. Mesele bu kadar netti: Millet olmanın ve irade göstermenin öncelikli şartı “anayasa profesörü”nün partisine oy vermekti. Böyle yapmayanlar kaosu seçmiş oluyor, kaosu seçenler milletten sayılmıyor, milletten sayılmayanların milli iradesi de tecil etmiş olmuyordu.

Aynı “anayasa profesörü”, milli iradeyi tanımayıp “tekrar seçim” kararı aldıklarında ise olanca sevinciyle, “Millete yeni bir fırsat verdiklerini” söylüyordu. Evet, normal şartlar altında millet siyasi partilere bir şans daha verir ya da vermezdi, ama yeni Türkiye’de işler öyle yürümüyordu. Her şeyin en iyisini bilen büyüklerimiz, 7 Haziran’da “büyük bir hata yapan” millete, olanca affedicilikleriyle bir şans daha veriyorlar ve bu hatalarını telafi etmelerini istiyorlardı.

Darbe mi? Eğer bir darbeden söz edilecekse, öncelikle 7 Haziran seçimlerine, ülke tarihinde ilk kez bir seçimin sonuçlarının geçersiz sayılmasına ve seçimin fiilen iptal edilmesine bakmak gerekiyor. Evet, 7 Haziran seçimlerinden parti-devleti konfigürasyonuna aykırı bir şekilde “koalisyon” çıkınca, sonuçlar geçersiz sayılmış ve alınan “tekrar seçim” kararıyla söz konusu seçim fiilen iptal edilmiştir. Dahası, teamüllere aykırı bir şekilde, ana muhalefet partisinin liderine hükümeti kurma görevi, “Hiç olmazsa adet yerini bulsun” denilerek dahi tevdi edilmemiştir.

Bu, “Biz seçilene kadar sürekli seçim” demektir ve “süreklileşmiş darbe”den başka bir şey değildir. Türkiye’de artık sözcüğün bilindik anlamıyla seçim mekanizmaları yoktur. Parti-devletinin imkânlarıyla seçime giren devletleşmiş bir parti, göreli özerkliğini bütünüyle yitirmiş bir bürokrasi ve rejimin propaganda aygıtına dönüşmüş bir medya vardır ve evet bunlar varsa seçim değil, süreklileşmiş darbe vardır.

4 Mayıs 2016 günü yaşananlara eğer “darbe” denilecekse, ancak bu bağlama yerleştirilerek denilebilir. Darbe hükümete ve başındaki isme yapılmamıştır, çünkü hükümet de başındaki isim de, darbe mekanizmasının dışında değillerdir ve bu nedenle burada “rejim içi bir hesaplaşma”, “rejim içi bir tasfiye operasyonu” söz konusudur. Rejim inşasının yol haritasına uyum sağlamayan ve taş koyduğu düşünülen unsurlar tasfiye edilmiş, “düşük profilli başbakanlık modeli”ne geçiş yapılmıştır. Yani ortada “rejimin işleyiş biçimine dair bir düzenleme” vardır, hak helalini gerektiren bir durum yoktur.

O halde darbe, esas olarak üç şeye yapılmıştır: Birincisi, anayasaya yapılan bir darbe söz konusudur. Anayasa gereğince ettiği yemine göre partisiyle ilişiğinin kesilmesi ve tarafsız olması gereken reis-i cumhur, söz konusu partiyi dizayn etmeye devam etmektedir; partinin genel başkanı reis-i cumhurun isteği üzerine görevinden alınmış, partinin olağanüstü kongreye giderek yeni bir genel başkan seçmesine karar verilmiştir.

Darbenin ikinci boyutunda anayasal düzen ve parlamenter rejim vardır. Parlamenter rejimlerde, cumhurbaşkanının özel durumlar dışında hükümet başkanını görevden alma yetkisi yoktur, bu yetkinin sınırları da anayasa ve kanunlarla çizilmiştir. Oysa bugün ortada hukuki değil fiili bir durum vardır, kâğıt üzerinde parlamenter olan sistem, başkanlıkmışçasına yönetilmektedir ve ülkede fiili bir tek adam hukuku geçerlidir.

Darbenin üçüncü boyutunda seçim mekanizması vardır. “Biz seçilene kadar sürekli seçim”den “Sizin seçtiğiniz kişinin bir önemi yok, başbakanı da biz atarız” aşamasına geçilmiştir. Daha altı ay önce % 50’ye yakın bir oyla ve “istikrar vaadiyle” iktidar olan bir parti lideri, başkanlığın yol haritasına uyum sağlamak yerine kendi özerk alanını genişletmek istediğinde, nesnel olarak “parlamenteristler” safına düşmüş ve bir anda tasfiye edilmiştir.

12 Eylül 1980’de ordunun yönetime el koymasından 1982 Anayasası’na kadar geçen süre bir “ara rejim”di; çünkü askerler 61 Anayasası’nı ortadan kaldırmışlar ama yerine henüz yenisini koymamışlardı. Bugün de fiilen 82 Anayasası fiilen ortadan kaldırılmış durumda ama yerine henüz yenisi konabilmiş değil, dolayısıyla bugün de askerler aracılığıyla değil ama siviller aracılığıyla tesis edilmiş bir “ara rejim”le karşı karşıyayız.

Rejimi inşa eden güçlerin temel planı yeni anayasa aracılığıyla “ara rejim”den çıkmak ve inşa ettikleri rejimi anayasal bir statüye kavuşturarak nihayetlendirmek. Bu uğurda kendi evlatlarını yemekten dahi çekinmedikleri son “vezir düşürmesi” ile bir kez daha görülmüş oldu. Yaptıklarının, yapacaklarının teminatı olduğunu bildiğimize göre, çok daha zor, çok daha şiddet yüklü, çok daha baskıcı bir döneme girdiğimizi de söyleyebiliriz demektir.