Yunanistan’da başlayan öteki Akdeniz ülkelerine sıçrayan mali krizle birlikte parasal birlik sorgulanmaya başladı

Yunanistan’da başlayan öteki Akdeniz ülkelerine sıçrayan mali krizle birlikte parasal birlik sorgulanmaya başladı, ya;  aslında AB ve geleceği sorgulanmakta. Gelecek açısından soru işaretleri doğuran bir dönemden geçildiği ortada.

Son genişleme ile daha büyük hedef, daha fazla fazla risk üstlenen AB’nin, buna uygun bir sorun çözme kapasitesine sahip olmadığından bir önceki yazıda söz etmiştim. Genişleme başka, derinleşme başka sorunlar getirmekte; üyeler arasındaki farklılıklar da, çatlaklar da büyümektedir. Örneğin kriz ve yardım sonrası, Almanlar ve Fransızların onlardan geçinmeye çalışan Yunanlılara pek iyi gözle bakmadıkları, hele arkasından gelecek başka yardım taleplerini daha olumsuz karşılayacakları açık.

Kısacası yeni bir yol ağzına gelindiğini söylemek yanlış olmaz.  Ancak gelişmelerin nasıl evrileceği,  hangi süreçlerden geçerek ne yolda ilerleyeceği ve ne boyutta bir değişim geçireceğini kestirmek zor.

Daha önce Avrupa Komisyonu için hazırlanan bazı projeksiyonlarda, risklerin artmasıyla proje için olumlu olmayan sonuçların ortaya çıkabilme olasılıklarından söz edildiğini de görüyoruz.  Örneğin 90 sonlarında 2010 için yapılan bir projeksiyonda beş farklı senaryo ortaya atılmıştı. Bu senaryolar, “piyasaların zaferi”  yanında “çatışmalı komşuluklar” veya “sorumlulukların paylaşılması” gibi çok farklı olasılıklar içeriyordu.

2010 geldiğinde, AB’nin eski  üyelerinin yeni üyelerle riskleri ve  sorumlulukları paylaşan bir seçeneği seçmedikleri, küresel piyasaya ve ekonomik-parasal bütünleşmeye teslim olduklarını gördük. Siyasal bütünleşme yolundaki adımlar kadük aldığı gibi, küçük bütçesi, bunca genişleme karşısında güdük kalan fonlarıyla AB’nin de artan sorunları karşısında çaresiz kaldığı ortaya çıktı. Hem kendi dertleriyle uğraşan hem de sağcı iktidarlara teslim olan zengin ülkelerden destek gelmeyince, AB’nin üye ülke halkları açısından manyetik gücünü oluşturan  “sosyal Avrupa” iddası da, söylemden öteye geçemedi.

Piyasaya teslimiyetin bazılarını güçlendirirken, bazılarını iflasa sürükleyeceğini düşünmemişlerdi belki.  Gerçekleşince, isteksiz de olsa yardım gerekti. Ama bu yardımın, Yunanistan’ın sorununu çözeceği konusunda kuşkular devam ederken, krizlerin daha birkaç üyeyi sarmasından da korkulmakta. Kriz sürerse, üyeler arasındaki anlaşmazlıkların artması da kaçınılmaz görünüyor. Bu durumda  “çatışmalı komşulukla” ilgili senaryonun gerçekleşme olasılığı da az değil.

Evet, AB projesi devam ediyor. Doğrusu, bu kadar çaba gösterilen, yatırım yapılan ve Avrupa için yararlı sonuçlar doğuran bir projenin sona ereceğini de düşünemiyorum. Ancak, 2000’li yıllarda yükselen söylemi ve beklentileri dikkate alırsak,  bugün hedeflerinden ve iddialarından epeyce geri adım atılmış olduğunu da kabul etmek durumundayız.  2000’li yıllar Avrupa vatandaşlığı, Avrupa Anayasası gibi beklentilerin yükseldiği, siyasal bütünleşme yolunda daha ileri adımlar atılmasının istendiği yıllardı.  Bu nedenle, halk olmadan vatandaşlık, devlet olmadan anayasa olur mu gibi sorular ve milyonları ilgilendiren kararlardaki “demokrasi açığı” en önemli tartışma konuları haline gelmişti.

Bugün ise, ekonomik bütünleşmenin aldığı yaralar konuşuluyor. Çözümün, ekonomik ve parasal bütünleşmede bile daha mütevazi hedeflere doğru gerilemekle bulunması da mümkün. AB’yi güçlendirecek çözümler ise, pek ufukta  görünmüyor. Oysa üye ülkelerde yaşanan ve yaşanacak olan mali krizin gerçekçi çözümü için, bir yandan bu tür durumlarda, soruna  şu veya bu ülkenin değil AB’nin el atmasını sağlayacak biçimde AB’nin güçlendirilmesine ihtiyaç var; öte yandan,  üye ülkelerin bu duruma gelmesini önlemek üzere AB düzeyinde ekonomi ve sosyal politika değişiklikleri gerekli.

Çünkü, ekonomik politikalar Avrupa düzeyinde kararlaştırılırken, vergi gibi mali politikalar da, sosyal politikalar da üyelere bırakılmış durumda; buna karşın . AB’nin bunlar arasındaki dengesizliği giderecek ne siyasal ne de mali gücü var. Bugün Yunanistan’da ortaya çıkan kriz de bunu göstermekte. Ancak Fransa ve Almanya gibi zengin ülkeler yardıma karar verdiklerinde sorun çözülebildi. Ama bu yardımla bulunan çözüm, AB düzeyinde alınan ekonomik kararlarla, ulusal düzeyde yürütülen mali politikalar arasındaki dengesizlik sorununa çözüm getirmiyor. Asıl sorun devam etmekte.

Örneğin Yunanistan gibi ekonomisi daha zayıf, sosyo-ekonomik koşulları daha dengesiz olan bir ülkede ekonomik ve parasal birliğe uyumun sorunlar yaratacağı belliydi. Bir yandan liberalleşen ekonomi politikalarına uyum sağlayacak, öte yandan sosyo-ekonomik koşulların iyileştirilmesi, sosyal hakların verilmesi gibi AB standartlarına ulaşmaya çalışacaktı. Bunu yaparlen beklediği kadar yardım göremeyeceği de anlaşılmıştı.

Gerçi üyeliğinin başında AB’den epeyce yardım almış ve bunlarla ülkedeki sosyal harcamaların da, beklentilerin de artmasına yol açmıştı. Ancak büyük ölçüde üç Akdeniz ülkesinin yararlandığı fonları artık yeni ve daha yoksul ülkelerle paylaşmak durumundaydılar. Bu durumda, zengin ülkelerde olduğu gibi sosyal harcamalarda ufak-tefek gedikler açarak sorunu halledemezdi (ler). Ya beklenti ve politikalardan ciddi bir geri dönüş yaşayacaklar, ya da yola devam edemeyeceklerdi.

Şimdi, bu döngüden ne kadar kurtarılacaklar; belli değil. Ama, bu koşullarda, zengin üyelerce tembel diye suçlanan  Yunanlılara, AB’nin “sosyal “imajına fazla kapıldıkları için acımak da daha doğru olsa gerek.

Kısacası, liberalleşme Kuzey Avrupa ülkelerinde bile sosyal devlet ve sosyal politikalarda geri çekilmelere yol açarken, çevre ülkelerde daha yıkıcı etkilerinin olması kaçınılmaz. Buna karşı en başta mali güçsüzlüğü ve bu konulardaki yetkisizliğiyle eli kolu bağlı AB’nin, yapacağı fazla bir şey de yok.  Bu nedenle,  Avrupa Toplum Modeli diye merkez ülkelerde geçerli sosyal devlet ağırlıklı modeli Avrupalılaştırmak iddiası söylemden öteye geçememekte; yeni üye ülke halkları da çok yerde hüsran beklemektedir.

Tüm bunlar bizi, AB’nin gücü kadar zaafları, netlikleri kadar çelişkileri ve çatışmalı istek ve beklentiler üstlendiğini görmek noktasına getiriyor.

Bugün yeni sorunlar ve yeni tartışmalarla, AB içinde yine yeni çözüm arayışlarının gündeme geleceğine kuşku yok.  Ancak hedeflerden geri adım atma veya AB’yi güçlendirme seçeneklerinden hangisine ağırlık verileceğini bilmek zor. AB’nin mali konulardaki yetersizliğini dengeleyecek bir karar alınmadığı, sosyal sorunları hafifletecek harcamalara niyetlenilmediğini düşünürsek, bir süre  “piyasaların zaferi” ile “çatışmalı komşuluklar” arasında gidip gelen bir dönem yaşanabileceğini söylemek de yanlış olmaz.

Kriz sürer veya yayılırsa, iddia ve hedeflerden geri adımlar atılması yönündeki olasılığın güçleneceği de düşünülebilir.  Bu durumda, daha önce de tartışma gündemine gelen, farklı bütünleşme halkaları/kategorileri olarak hedefler ve politikaların ayrıştırılarak devam etmesi gibi bir çözüme gidilmesi de bir olasılık.

Son bir nokta. Avrupa’daki bütünleşmenin siyasal boyutları, bütünleşmenin niteliği ve geleceği konusunda Avrupa halklarını sorumlu kılıyor. Gelişmelerin ne yönde olacağını bilemiyoruz; ancak kararın ne yolda olacağı, nelerin öne çıkıp, nelerin gerileyeceği konusunda, dış koşullardan önce, Avrupa ülkeleri ve halklarının seçimlerinin belirleyici olacağını biliyoruz. Bu nedenle, bu projenin zaaflar kadar umutlar da içerdiğini söyleyebiliyoruz.

Avrupa neye karar erecek? Sorunlar ve uyuşmazlıklar arttıkça kanlı ve tamahkar geçmişinin izlerini mi sürecek? Yoksa, aydınlanma, insan hakları, demokrasi, sosyalizm gibi düşüncelerin beşiği olan bu coğrafya, küreselleşen kapitalizme alternatif bir bütünleşmeyi mi gerçekleştirecek?

Bu nedenle, Avrupa’nın medarı iftiharı olan bu bütünleşme projesinde, kendi açısından da, dünya açısından da nasıl bir sınav vereceği büyük merak konusu.