Yaş ilerledikçe, günlük açmazlarla başa çıkmak hem güçleşir, hem kolaylaşır. Ayıklamaya başlar insan karşısına çıkan bilgiyi. Bunca sızlanmak, söylenmek hep eksiklik, yarım olma duygusundan kaynaklı

Aylak ve tembel adam zamanı...

Zaman tünelinde yol alır hissediyordum kendimi. Kim bilir, belki kırklı yaşlarımın ortasından, ilk gençliğin zor dönemeçlerine hızla akan yola bu yüzden biraz keder, daha çok huzursuz bir iç sızısıyla bakıyordum. Başarısız bir lise öğrencisinin çaresiz haykırışları kulağımdaydı işte. Öğretmenlerin, çevre ailelerin aşağılayan, acıyan bakışları üstüme sinmişti sanki. Okul tatilleri kimi için güzeldir, benim için hep kayıp, hep kaygı. Belki baharı sevmeyişim bundan. Yaza alışamamam bundan. Kış sığınaktır gerçeğime. Daha az hesap sorulur, yorganın altında düş kurma olanağı sınırsızdır. Ele tutuşturulan karne hep kötüyü yazar. Bitmek tükenmek bilmeyen bir başarısızlık, eksiklik öyküsüdür bu.

Yeni kitabım çıkmış, sevinci ve telaşı içimde. Tuhaf işte. Geceler, günler boyu uğraşır, kendinden aylak-ve-tembel-adam-zamani-50108-1.sözcükler bulur, açığa çıkarırsın… Sonra birden yabancı oluverir sana kitap. “Kitabım” diyemez hiçbir yazar elinde tuttuğuna. Ete kemiğe bürünür de, kendi yaşamına koyulunca o kitap, bir gömüte benzer yazarın gözünde. Dahası, “Tüm bunları ben ne zaman düşündüm, nasıl yazdım?” diye bir düşünce kemirir içini; şaşkınlıkla, utançla kıvranır yazar. Oysa okur, açıklanamaz bir güvenle ‘yazar’ın bilici olduğunu sanır. Yalan… Büyük bir yanılsamanın, açıklanamaz bir yokluğun içinde kıvranır durur yazar. Hep çalışır, hep kaygılıdır. Belki bu yüzden gençlik telaşı ölmez. Korku diri tutar…

ÖYKÜ BURADA BAŞLIYOR
Yıllar sonra Biga’ya gidiyordum. Bir başıma. İnsan ne denli çok kişi içinde olursa olsun, hep yalnız yolculuk eder. Ataköy Lisesi beni kovup öğrenim yaşamımı bitireceğini anneme söylediğinde, nasıl çaresizdi kadın. Yılsonu gelmiş, ikinci kez sınıfta kalmıştım. Bütünleme sınavını veremezsem, alacaktım elime belgeyi ve hayatın ortasına boş bir çuval biçiminde bırakılacaktım. Ataköy Lisesi doymak bilmeyen, acımasız bir canavardı benim için. Dişleri kanlı… Kapıda gardiyan kılıklı öğretmenler, Nazi Almanyası’na öykünen müdürler, yardımcıları ve despot düzen… Zaten 12 Eylül zamanları… Zalimlik geçer akçe… Çocukluk yasak, gençlik tutsak!
Emlak Kredi Bankası’nda çalışan annem, Biga şubesinden bir memur arkadaşıyla dertleşirken, eşinin fizik öğretmeni olduğunu öğrenir. Ardından başlıyor bizim öykü. Kaydım acilen Biga Lisesi’ne alınıyor. Dokuz dersten çakmışım. Eve şimdi ustam olan, özel öğretmenim geliyor; ben “Aylak ve Tembel Adam” tuhaf bir koşturma içinde hayata dönmeye çabalıyorum.

Akşam ders bitiminde babam beni ve yol arkadaşım teyzemi otobüse bindiriyor Topkapı Garı’ndan; teyzem cabbar, muavinlerden ricacı oluyor, ben en arkada ikinci şoför uyusun diye ayrılan yere uzanıyorum. Acıyorlar sanki halime. Uyku tutması ne mümkün… Gece yaz olmasına karşın serin, nemli… Molalarda inip iki yudum su içiyorum… Karanlık gece, türlü ışıklarla aydınlanıyor sanki. Göz alan ışıklar, pavyon renkleriyle bezenmiş mola yerleri… Çocukluğuma o gecelerin yarı uykulu düşleri karışmış… Kâbus mu demeli…

aylak-ve-tembel-adam-zamani-50110-1.

HAYATI KARŞILAMAK GİBİ...

Sabah kimsecikler yok Biga’da. Geniş, yemyeşil, ağaçlar altına kurulu bir çaybahçesine giriyoruz her seferinde teyzemle. Nereden buluyor, bana poğaça, zeytin, peynir veriyor. Neden sonra uykulu çaycı geliyor. Demini almamış, özlemle beklenen o ilk çayı heyecanla yudumluyoruz. Teyzem çayla kendine geliyor. Bizim aile mi böyle, yoksa bizim insanımız için mi böyle, bilmiyorum ama çay içmek, yüz yıkamak gibi. Ayılmak, hayatı karşılamak için ilk adım…

Öykü uzun. Sonu mutlu bitiyor. Sınıfı geçiyorum, o sevgili insanlara veda edip İstanbul’a dönüyorum. Kayırma olmadı desem yalan. Çabam büyüktü. Yine de eğer birileri destek olmasa, Biga bana kucak açmasa, kim bilir nerelere savrulur, ne yapardım şimdi? Bu soru yersizdir aslında. ‘Zaman’ ve ‘Tarih’ üstüne böyle düşünülmez. Bilirim de, yeniden Biga yoluna düşünce, farklı kurguları hesap etmeden olmazdı.

Bertrand Russell “Aylaklığa Övgü” kitabında tüm bu çektiklerime derman olacak öneriler getiriyor. Demem o ki; bu metinleri okuyup kendine yeni bir memleket kurar insan düşlerinde. Oysa hakikat bir bataklıktır, çeker alır içine seni. Çırpındıkça boğulursun. “Şimdiye kadar hep, tıpkı makinelerin bulunmadığı zamanlarda olduğu gibi bütün enerjimizi ortaya koymayı sürdürdük; yaptığımız budalalıktı, ama sonuna kadar da budalalıkta diretme için hiçbir neden yok ortada” diyor Russell. ‘Çalışma’ fikri ne zaman bizi esir aldı? Tarihi nereye dayanır? Neden bu makine yerine koyar insan kendini?

TEMBELLİĞE GEREKSİNİM
“Öğretmenlerin zalimliği nereye dek uzanır?” diye düşünürüm çoğu zaman. Russell bir öğretmenin günde sadece birkaç saat çalışmasından yana. Tüm gün çalışan birinin çocuk üstünde olumlu etkisi olamayacağını, dikkatini toplamasının imkânsızlığını söylüyor ve ekliyor; bir öğretmenin bol zamanı olmalı, tembellik için, düşünmek, yaratmak için… Belki böylece çocuğun ruhunu yeniden kavrama olanağı bulur öğretmenler. Demek çalışmak yerine, tembelliğe gereksinim var…

Okulların bizi kendi tarifi olan, ya da iktidarların, ‘yararlı bilgi’ye ulaştırmak için görevlendirildikleri açık. Buna dikkat çekiyor düşünür. Bu ne peki? Alınır, satılır olanı sağlayan bilgi demek bu. Piyasada karşılığı olmalı. Bu bilgiyi edinen işe yarıyor ve güçleniyor. Oysa bir sanat yapıtıyla vakit geçiren, uzun saatler tatlı düşler peşinde koşanların bu tür bilgisi yok. Sahiden yaşamda kalmak için bunca ‘yararlı bilgi’ gerekli mi?

KUNDERA HAKSIZ DEĞİLDİ aylak-ve-tembel-adam-zamani-50114-1.
Yaş ilerledikçe, günlük açmazlarla başa çıkmak hem güçleşir, hem kolaylaşır. Ayıklamaya başlar insan karşısına çıkan bilgiyi. Böylelikle daha kolay yol alır. Bunu beceremeyenler için giderek daha dayanılmaz bir hal alır günler. Çoğunluk hangi yoldan gidiyor, kestiremiyorum. Bunca sızlanmak, söylenmek hep eksiklik, yarım olma duygusundan kaynaklı. Milan Kundera “Kayıtsızlık Şenliği”ni yazarken, elbet geldiği yaşın rahatlığıyla bize belki son sözlerini bırakıyordu. Karşımızdaki kişilerin tutumlarını kestirmeye çabaladıkça içinde bulunduğumuz durumun ne denli ağırlaştığını anlıyor insan. Sahiden bu türden bir mesafe koymak diğer insanlarla aramıza, içten geldiğince davranmak olanaklı mı? Bizde ‘vurdumduymazlık’ diye bir tarif yapılır. Hangi durumlar için geçerlidir bu? Neden kötü anlam yüklenir bu kavrama?

“Doğum günlerinden nefret etmeye başlayalı yıllar olmuştu. Yılların üzerine yapışan sayılar yüzündendi bu. Yine de, doğum günlerini önemsememezlik yapamıyordu, zira onun için kutlanmanın mutluluğu yaşlanmanın utancına ağır basıyordu.” Satırlarının altını çizmişim Kundera’nın. Kaç zamandır yaşlanmanın utançla ilgili bir ruh hali olduğunu seziyorum. Üstelik belki kayıtsızlığın bir nedeni bu! Tüm amaçlardan öte bir kavgaya giriyor insan. Bedeni ve zihni diri tutma telaşı bu. Düne dek yapabildiklerinden uzaklaşmanın kederi… Çok acayip ve derin bir yalnızlık.

aylak-ve-tembel-adam-zamani-50113-1.

YAŞAMA MERHABA
İlerleme fikrinin çok yeni olduğunu düşünürsek, doğum günlerini yaşlanmaya eşdeğer görmeyebiliriz. Her yıl, aynı zamanda yeniden doğmak, yaşama tekrar ‘merhaba’ demek mümkün. Kimi: “Kendini kandırıyorsun” diyebilir, olsun ne sakıncası var? Yararlı olmayan işlerden biriyse şiir okumak, onu da yapıyorum mesela. Üstelik zamana dair türlü biçimlerde bakma olanağı veriyor insana. Enis Batur, aynı meseleler üstüne mi kafa patlatmış ne! “A CAPPELLA” yı hızla okudum. Pek sevdim.

alevler aldı götürdü
elimdeki kağıtları
bir tomar esrimiş kül

İç hesaplaşma sonrasını söylüyor bize Batur. Artık olan biten, ölçülüp tartılmış ve tekne açık denize yol almaya başlamıştır. Yolcu, kaptan hepsi bir kişidir. Budur yaşlılık işte. Dümene hâkim olmak için son bir çaba, ama gemiyi karaya çıkarmanın imkânsız olduğunu bilme hali. Biga’ya giderken bunu da düşünmüşüm demek.

bir hurdalığa döndürdü geçen yıllar,
diyor yaşlıların en yaşlısı, ömrümden
artanları: Şuradaki boş fıçıların
içinde üzüm kokusu kalmadı,
buradaki
bisikletin zincirleri ağır ağır paslandı,
ben mi seçip almıştım pazar yerinden
renkleri atmış heybeyi, kaç zamandır
aksıyor masanın ayağı – tekliyor
her şey
evde, bahçede, tepeye tırmanan dar
topraktan yolda: İçimden son durakta
inecek bezgin bir yolcu geçiyor

Bizim memlekette hiçbir ağacı, binayı, dereyi olduğu biçimde yerinde bulmak mümkün değildir. Boşa aradı gözlerim onları. Sınava girdiğim liseye şöyle bir baktım. Çevre o denli değişmişti ki, acaba doğru yöne mi göz attım, emin değilim. Birilerine öykümü anlatayım, tanıdık birini bulayım, dedim. En çok o memur aileyi, özellikle de dalgın fizik öğretmenini görmek isterdim. Bir sabah, daha kimseler uyanmamışken, hazır bir kahvaltı sofrasıyla karşıladılar bizi. Ne mahcup olmuştuk. Ev, sofra, güler yüz şimdi gibi aklımda. Demek zaman bir akıyor, bir duruyor.

ÜZÜMÜN TADI VAR ŞAİRDE
Yolculukları pek sevmem. Araçlarla gidilen yol arasında ilinti vardır. Geçende şair dost Haydar Ergülen Eskişehir’e davet ettiydi. Şair; tren ve Eskişehir düşkünü… Ben arabayla gitmek istedim. Şoför koltuğunda olmayı seçiyorum. Artık yazgıma hâkim olayım diye mi, gittiğim yolu göreyim diye mi, bulmak size düşer. Şiiri aklıma asılı kaldı. Güçlü şairlerde üzümün tadı var hep. Esrik, sızılı ve demlenmiş bir tat…

Şarap gecesini arıyor, keder üzümünü
üzüm koparıldığı anıyı… hangi viranda?
Ben gözyaşı kadar bir kadın arıyorum
kadınsa bir damla gözyaşı kadar kayıp şarapta

Şarap kadınla koyu
sözün karanlığı da