Beş yıl önce 25 Ağustos 2005’te BirGün’de yazdığım “Bir başka sendikacı portresi” adlı yazımda dönemin oportünist sendika liderlerin

Beş yıl önce 25 Ağustos 2005’te BirGün’de yazdığım “Bir başka sendikacı portresi” adlı yazımda dönemin oportünist sendika liderlerini eleştirmiştim. Tekel işçilerinin direnişi de karşımıza oldukça farklı sendikacı portreleri çıkartıyor. Bir yanda başı dik, kararlı ve mücadele içinde pişen sendikacılar; bir yanda sözde olsa dahi Tekel işçilerinin eylemine destek vermekten çekinen, hükümetin bahşettiği olanakların kaybetme korkusuyla sinen, araziye uyan  sendikacılar. Bir yanda Bekir Coşkun’un Habertürk’teki o müthiş yazısında (13 Şubat 2010) tasvir ettiği sendikacılar, öte yanda işçilerle beraber yaşamını ortaya koyan başka türlü sendikacılar. işte geçmişin başka türlü sendikacılardan bir kaçı:
ispanyol işçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (UGT) Genel Sekreteriydi. Yıllarca Franco diktatörlüğüne karşı mücadele etmişti. 1977 yılında ispanya Sosyalist işçi Partisi (PSOE) Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi. Franco diktatörlüğünün yıkılmasının ardından 1977 yılında milletvekili seçildi. Ancak 1987, ispanyol sendikacılarının sosyalist parti ile yollarını ayırdıkları yıl oldu. 1988 bütçesinde hükümetin sosyal harcamaları kısmaya yönelik tutumuna karşı çıkarak ve “parti disiplinine” aykırı davranarak kendi hükümetinin bütçesine ‘hayır’ oyu verdi ve milletvekilliğinden istifa etti.
Ardından 1988 yılında ülke tarihinin en büyük genel grevini ilan etti. “Sosyalist” hükümetin ekonomik politikaları nı protesto etmek için yapılan bu genel greve 8 milyon işçi katıldı. UGT, “sosyalist” hükümete karşı üç kez genel greve gitti. Bu üç genel grevde de UGT’nin genel sekreteriydi. işçilerin çıkarlarını savunmak için 40 yıllık partisini karşısına alan, partisinin bütçesine karşı oy kullanan ve milletvekilliğini bir çırpıda bir kenara bırakan bir insan. Parti lideri karşısında başını eğip elini kaldırmadı. Partisi işçi haklarını budarken bir sendikacı olarak susmadı. O Nicolas Redondo idi.
•••
Fabrikanın dışından megafonla seslenen polis şefi, "greviniz yasadışıdır. Fabrikayı derhal boşaltın, aksi halde biz zorla boşaltacağız" diyordu. Çok geçmeden o yanıt veriyordu. "Grevimiz yasadışı olabilir ama Anayasa içidir. Anayasadaki grev hakkını kullanıyoruz." Yer Kavel fabrikası, yıl 1963’tü. (Kavel’in çarpıcı öyküsünü Zafer Aydın yeni yayınlanan kitabında anlatılıyor: “Kanunsuz” Bir Grevin Öyküsü Kavel 1963, TÜSTAV-Sosyal Tarih Yayınları.)
1. Ordu Komutanı sendikacıları tehdit ediyordu: "Ya fabrikayı iki saat içinde boşaltırsınız ya da tankla içeri girerim." Yanıt aynı sertlikteydi: "Biz eş ve çocuklarımızla sosyal bir mücadele veriyoruz. Siz ya işçiden yana olacaksınız ya da Vehbi Koç’tan yana? Tankla girmeye kalkarsanız biz fabrikanın kapısında olacağız." Yer Demir Döküm, yıl 1969’du.
AP’liler, CHP’liler, Güven Partililer Mecliste sendika özgürlüğünü yok etmek için bir ağızdan konuşuyordu. Onun sesi ise işçilerin meclisinde yükseliyordu: "Bu kanunlara karşı direnişe geçmemiz gerekiyor. Bunun ismi genel grev midir? Direnme midir? işgal midir? Onu ilgili olanlar düşünsün. Biz tasarı geri alınıncaya kadar çalışmayacağız. işçiler durdukça dünya durur, uçak durur, gemi durur, fabrikalar durur, vasıtalar durur." Dediği oluyor, 70 bin işçi sendika özgürlüğünü savunmak için hayatı durduruyordu. Tarih Haziran 1970 idi. O Kemal Türkler idi.
•••
işçilerin üstleri fabrika giriş ve çıkışlarında aranıyor, işçilerin onuru kırılıyor, işçiler aşağılanıyordu. işçilerin üstleri aranarak sindirilmelerine karşı “üstüne aratma” eylemi başlatıyordu. Yayınladığı bildiride yer alan “Sen üstünü aratma, gerisini sendikana bırak…” çağrısı işçi sınıfına kimlik ve kişilik kazandıran onurlu bir duruş olarak emek tarihinde yerini alıyordu. Yıl 1968’di. O Rıza Kuas idi.
•••
12 Eylül askeri darbesinin ardından 52 DiSK yöneticisi idamla yargılanıyordu. Güçlerini generallerden alan savcılar pek mağrurdu. 12 Eylül mahkemelerinin kudretli ve cüretli savcılarının idam isteği karşısında, 12 Eylül mahkemeleri karşısında eğilip bükülmüyor, yaptığı savunmada “siz ancak benim ceketimi asabilirsiniz” diyordu. O Abdullah Baştürk idi.
ileride bugünlerin tarihi yazıldığında nasıl anılmak istersiniz? Bekir Coşkun’un yazısındaki sendikacılar gibi mi, yoksa yukarıda anlatılan başka türlü sendikacılar gibi mi?