Herkesin gözlerinde o benzersiz parıltıyı gördüğüm an… Trump ya da insanlığımızla alay edercesine bir maskaralıkla oturduğu yerden bize parmak sallayan kim varsa onu yeryüzünden silecek olan kıvılcımın parıltıları…

Başkaldırı, Trump, Danimarka

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

9 Kasım 2016 Çarşamba sabahına, Donald Trump’ın ABD başkanı seçildiği haberiyle uyandım. Annemin doğumgünüydü, Danimarka Yazarlar Birliği davetiyle Türk edebiyatını temsil etmek üzere Latife Tekin ile birlikte Kopenhag’a gidecektim, oğlum benden ayrılmak istemediği için gözyaşı döküyordu, yeni kitabım ‘Başkaldırıyorum Öyleyse Varız’ henüz elime ulaşmadığından yayınevim ve kargo şirketi arasında telefon trafiği sürdürüyordum, bir cümle ile özetlemek istedim haberi: “Küçük Amerika oluyoruz derken onlar büyük Türkiye oldu.”

Yirmi derece sıcaklıktaki İstanbul’dan sıfır derece soğuğundaki Kopenhag’a birkaç dakikada ulaşmışız gibi hissetti ki, iner inmez sordu Latife abla: “Zaman nereye gitti Onur? Şu bizim zamanımız, hani üç saattir uçakta ayrı ayrı ve beraber yaşadığımız? Şimdi dünyanın kuzeyinde bir yerdeyiz, sanki az önce yola çıktık, her şey ne kadar tuhaf, değil mi? Var mıyız yok muyuz belli değil!” Yolculuğumuza dair haberi sosyal medyada paylaştığımda Roka Dergi’nin yazdığı tatlı cümleyi okudum ona: “Şiir deli işidir, şair delidir. İki deli uçuyor. Onlar yerdeyken de uçuyorlardı.”

Albatros kanatlarımı kuşanamam hemen, yeni bir kenti tanımak için tam da o nereye gittiğini bilemediğimiz zaman gerekir bana, bir parça mesafe. Derinleşme, yoğunlaşma duygusu. Göğe, insan yüzlerine, kitaplara, çocuklara bakmak. Durup sokak müzisyenlerini dinlemek, arkadaşlar edinmek, şairlerini okumak. Şiirle, edebiyatla ilgili etkinliklere konuk olduğumda hayatın içine balıklama dalmak pek mümkün olamıyor elbette, her güne birkaç okuma, toplantı, söyleşi konuluyor. Lakin buluşmalar şairlerle, sanatçılarla olduğundan, turist olarak gezerken hayal bile edilemeyecek hızda işliyor algı, her şey sağlam temellere oturtularak yerli yerine konulabiliyor. Burada da öyle olacağını, bizi karşılayan çocuk ve gençlik kitapları yazarı Lise Bidstrup’un sıcaklığı sezdirdi, hissettirdi bana ilkin. Annesi doğuştan özürlü, tekerlekli sandalyede yaşayan, babası da sonradan felç geçiren bir çocuk olarak büyümüş Lise. “Çocukluğumuzda evin alışverişini yapmak, temizlik, anne babamın kimi özbakım ihtiyaçlarının karşılanması gibi sorumluluklarım vardı ama benim için normal yaşam buydu, yadırgamıyordum” diye başladı kendini anlatmaya Lise. Ve boğazıma bir yumruk gibi oturan unutulmaz bir insan öyküsü anlattı, annesinin öyküsünü, bütün cesur kadınların öyküsü olarak dinlediğim o şiiri: “Anneme, çocuk doğuramayacağı söylenmiş, ağabeyimi doğurmuş. Bana hamile kaldığında, doğurursa öleceği söylenmiş ama o dinlememiş. Doğumdan sonra tam iki sene, hayatı boyunca da çeşitli aralıklarla yirmi yedi sene hastanede yatmış. Onlar bana hayat verdiler, bugün de ben onlarla birlikte yaşıyor, her şeyleriyle ilgilenmekten sevinç duyuyorum.” Tüm bu zorluklarla boğuşurken kendi iki çocuğunu da büyüten, kışın en soğuk günlerinde bile yüzen, her zaman güleryüzünü koruyan Lise’de her birimize umut taşıyan bir çarpıntı, en zorlu anda elimizden tutup kaldıracak bir damarın atışını duyuyor musunuz siz de?

İlk akşamın tanışma yemeğinde, Bizans uzmanı bir arkeolog hanımefendi bize eşlik ediyor. Işid zebanilerinin katlettiği Suriyeli dostlarından, Kariye Müzesi’nden söz ederken, yan masada yapayalnız oturan bir yaşlı adama takılıyor gözüm. Batı ülkelerinde gündelik hayatın içerisinde beni en fazla etkileyen sahnelerin merkezinde, bir başına oturan yaşlı insancıklar yer alıyor. Bazısı hayatın estetiğini bir kadeh şarapla, şık bir ceketle, zarif bir fularla yaşamayı sürdürürken, epeycesi çaresiz, bırakılmış, ölümün yaklaşan son darbesine karşı tamamıyla savunmasız görünüyorlar bana.

10 Kasım sabahı, dünyanın neresinde olursa olsun yaptığım gibi, dokuzu beş geçe kendimce saygı duruşunda bulunuyorum, içimden şiir güzelliğinde sözleri tekrarlayarak: “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir… hürriyet ve istiklal benim karakterimdir… hürriyet ve istiklal benim karakterimdir.” Türk dilini, şiirini, edebiyatını temsil etmek üzere söz söyleyecek olmanın gururu tam da o anda dolduruyor benliğimi.

Danimarka Kültür Enstitüsü binasında bir gazeteciyle iki saatlik mülakatımız, akşam da aynı yerde şiir ve metin okumalarımız olacak. Mülakatta, Türkiye’nin güncel sanatsal, toplumsal, siyasal meselelerine dair sorulardan da önce, ilk soru: “Şiirinizin, romanınızın ana meselesi nedir?”

Latife Tekin yoksulluk, yoksulların dili, dilin yitirilmesi, dilsizlerin dili olmak konularını açıyor, ayrıntılandırıyor. Yoksulluğun maddiyatla sınırlı olmadığından, hayatımızın bütününü kuşatan yoksullaşmadan, dilin insanı dünyadan ayıran yapısından, bu dille kuşları-ağaçları-doğayı anlayamayacağımızdan söz açıyor. Ben kendi meselelerimden, eşitsizliğin-adaletsizliğin egemen olduğu dünyada sözün hükmünün nerede-nasıl geçebileceğinden, iktidarın olduğu her yere onun suçlarını kaydeden kara kutular bırakmak istediğimden bahsediyorum.

Gecenin ritmi ise bambaşka… Gece tam şiire göre… Kopenhag’daki Nâzım Hikmet Kültürevi’nden dostlar, Danimarkalı sanatseverler, hatta yedi aylık bir bebek de bizimle… “Umutlu musunuz?” diye soruyorlar bana. Düşünüyorum. “İngilizce hopeful sözcüğü ile Türkçe umutlu sözcüğü bence eş anlamlı değil. Birinde hope yani umut ile dolu olmak var, diğerinde bu hissedilmiyor. Dolacaksam aşkla dolmak isterim, umutla dolu değil ama umutluyum, umutsuzluk şuradaki yedi aylık bebeğe haksızlık olmaz mı? Bu gece bir Türk yazarını, bir Türk şairini dinleyeme gelmiş sizlere haksızlık olmaz mı umutsuzluk? Umutla dolup taşmıyorum ama umutluyum.” Bir başka soru, beni heyecanlandırıyor: “Çok sert konuları çok lirik-çok duygulu sözcüklerle yazıyorsunuz. Bu nasıl mümkün olabiliyor?” Doğrusu, iyi soru. Bir süre düşünüp yanıtlıyorum:

“Sabah televizyonda Donal Trump’ın yüzüyle boynuma sarılıp öpen oğlumun yüzünü aynı anda görüyorum. Trump’ın seçim zaferine ya da dünyanın herhangi bir yerindeki bir kötülüğe dair haberi izlerken oğlum da buraya gelmemem için beni ikna etmeye çalışıp gözyaşı döküyor. İkisi ve çok daha fazla şey eşzamanlı yaşanıyor, sadece biri yok, bir tek şey yok. O yüzden düzyazı yetmiyor bana, o yüzden bir sözcüğe bin anlam yükleyen şiire ihtiyaç duyuyorum, büyü üretimine. Çünkü, dünyanın büyüsünü yok edenlere karşı, çocuklar adına büyü üretmemiz gerekiyor. Şiir de büyü üretimidir ama politikacılar gibi gözbağcılık yapmak için değil, gönül gözü dahil insanın bütün gözlerini, bütün algısını açmak için büyü üretimi.”

Herkesin gözlerinde o benzersiz parıltıyı gördüğüm an… Trump ya da insanlığımızla alay edercesine bir maskaralıkla oturduğu yerden bize parmak sallayan kim varsa onu yeryüzünden silecek olan kıvılcımın parıltıları… Çocuklarda kendiliğinden var olan.

Tekrarlıyorum içimden, Türkiye’de ve Danimarka’da ve dünyanın her yerinde… Bir daha, bir daha ve bir daha:

Başkaldırıyorum öyleyse varız!