Orwell’in 1984’üne rahmet okutan bir kara ütopya olarak yeni Türkiye’de kavramlar tepetakla, sözcükler sözlükteki anlamlarıyla değil, iktidar ve propaganda aygıtının tarif ve tayin ettikleri içerikleri itibariyle varlar, o halleriyle dolaşımda ve kullanımdalar.
“Dayatmak” sözcüğünün TDK’ye göre anlamına bakalım örneğin. Kurumun sözlüğünde, “Bir şeyi zorla kabul ettirmek, empoze etmek” diye tanımlanmış bu sözcük. Peki, iktidar ve medyası nasıl kullanıyor bu sözcüğü? Diyorlar ki, “CHP anayasa uzlaşma komisyonuna parlamenter sistemi dayatmakta, diğer tartışmaların önünü kesmektedir.” Oysa CHP’nin parlamenter sistemi dayattığı falan yok, ülkede zaten anayasal olarak bir parlamenter sistem var ve bilakis iktidar parlamenter sistem yerine başkanlığı Türkiye toplumuna dayatıyor, empoze ediyor.

Benzer bir şekilde, Anayasa Komisyonu’na da dayatmayla, başkanlık dayatmasıyla gelen yine kendileri ve üstelik bunu, “Her şey tartışılsın, hiçbir şey tabu olarak kalmasın” demagojisiyle yapıyorlar. Amaçları başkanlığı siyasetin ana gündem maddesi yapmak, Meclis’i bütünüyle bu tartışmaya hapsetmek ve başkanlık anayasasının meşruiyetini üretirken bu komisyonu da bir araç olarak kullanmak oysa.

Neyse ki CHP, son zamanlardaki tek doğru işini masadan bir an önce kalkarak yaptı ve “istikşafi koalisyon görüşmeleri”ndeki tuzağa bu sefer düşmedi; Meclis Başkanı’nın mektubunu da, “Başkanlık gündemli hiçbir müzakere sürecinin parçası olmayacağız” diye yanıtlayarak tutumunu devam ettireceğini göstermiş oldu.

Siyasi ikbalini bütünüyle iktidar partisine bağladığı anlaşılan Bahçeli’nin tutumu ise ibretlik: 7 Haziran sonrası HDP’yle aynı yerde durmamak bahanesiyle Meclis Başkanlığı’nın muhalefete geçmesini engelleyen Devlet Bey ve kurmayları şimdi, “4 parti de masada olmalı” diyorlar ne hikmetse. CHP’ye iktidar ağzıyla “Masayı devirdin” diye bağırıp çağırmaları da cabası.
HDP ise iktidarın izlediği savaş siyaseti bütün çıplaklığıyla ortada değilmiş ve bu iktidarın Kürtlere anayasal düzlemde herhangi bir hak vermeyeceği aşikâr değilmiş gibi, üstelik fezlekelerin kısa süre içerisinde oylanacağı ortadayken, “Acaba ilk dört madde değişir mi” diye özetleyebileceğimiz anlamsız bir beklentiyle masa çağrıları yapmaya devam ediyor. İktidarın “yeni anayasa”yı bir şantaj kozu olarak kullanmasına cevaz vermekten ve elini güçlendirmekten başka bir anlama gelmiyor oysa bu.
Dayatma demiştik, oradan devam edelim. İktidar zaten kartlarını açık oynuyor, kendi anayasalarını yakın zamanda kamuoyunun gündemine getireceklerini ve Meclis’i kapatma yetkisi olan bir başkanlık sistemine geçeceklerini uluslararası medya ile paylaşmakta dahi herhangi bir sakınca görmüyorlar. Oysa başkanlık sisteminin en temel özelliklerinden birini Meclis’in başkanı kolay kolay görevden alamaması, başkanın ise benzer şekilde Meclis’i feshedememesi oluşturuyor. Böyle bir denge mekanizması yoksa, o sistem, adı başkanlık olsa bile aslında anayasal diktatörlükten başka bir şey olmuyor.

Peki bu anayasa nasıl oylamaya sunulacak, nasıl bir strateji izlenecek? Biliyoruz ki, iktidar partisinin anayasa değişikliğini referanduma götürmeye yetecek vekili yok, bunun için 14 vekilin daha Meclis’teki oylamada “Evet” demesi, üstelik kendilerinin de tek bir fire vermemesi gerekiyor. Hal böyle olunca da, herkes birbirine aynı soruyu soruyor: Diyelim ki hiç fire verilmedi, bu 14 vekil nereden bulunacak?

İhtimallerden biri diğer üç partiden çeşitli yöntemlerle 14 vekil transfer edilmesi ve ülke tarihinde benzer vakalar olduğu için bu ihtimalin gerçekleşebilirliği hayli yüksek. Diğer ihtimal, kaderini iktidarın kaderine endeksleyen Bahçeli’nin, “Son sözü millet söylesin” diyerek referanduma yeşil ışık yakması ki, son açıklamalara bakarak bunun mümkün olabileceğini görüyoruz.
Son olarak, yeterli sayıya ulaşılamasa bile, iktidar çevrelerinde giderek artan oranda dile getirilen bir şekilde, “Biz kurucu iktidarız” denilerek, resen alınan bir kararla referanduma gidilmesi de bir ihtimal. Demek ki, anayasanın referanduma sunulma biçiminde de bir dayatma ile karşı karşıya kalabiliriz ve bu da yine yeni Türkiye’nin ruhuna uygun bir şekilde, “Nihai karar verici millettir, demokrasi bunu gerektirir” denilerek meşrulaştırılabilir.

Her ne şekilde vuku bulursa bulsun, bu sürecin sancısız olmayacağı, düzen içi güç mücadelesinde tarafların bütün yığınağını buraya yapmasına bakarak net bir şekilde görülebiliyor. Peki, tüm bunlar olurken sol ne yapacak, bu kavgayı dışarıdan izleyecek mi? Eğer bunun yanıtı “Hayır”sa, ortada izlenmesi değil, dâhil olunması gereken bir kavga varsa, merkezinde başkanlığın bulunduğu etkili bir mücadele hattının örülmesi acil bir görev olarak karşımızda duruyor.