Biz Baykal’ı “eski rejimin devlet aklının” somutlaştığı siyasetçilerden biri diye bilirdik, meğer aynı durum “yeni rejim” için de geçerliymiş; Baykal “yeni devlet aklının” da mümtaz temsilcilerinden biriymiş aslında. Tam da iktidarın dış politikada saplandığı batağın açık seçik olarak görülür hale geldiği bir konjonktürde televizyona çıkıp bir “milli muhalefet” piyesi sergilemek ve yeni devlet aklının ağzıyla konuşmak başka nasıl açıklanabilir ki?


Neymiş, Halep bir “Sünni şehri”ymiş, “Nusayri rejimi”ne teslim edilmemeli ve Suriye’deki Şii kuşatması kırılmalıymış. Neymiş, Azez düşerse bundan Türkiye zarar görürmüş, buna izin verilmemeliymiş. Baykal’ın cümlelerini, hele buram buram mezhepçilik kokanlarını, iktidar temsilcileri ya da havuzun yazarları dahi bu netlikte kurmamış, mezhepçi dış politikayı böylesine alenen savunmamıştı. Oysa Baykal çıktı ve tam da yapılamayacak olanı yaptı, iktidarın dış politikasını ve üzerine inşa edildiği yeni devlet aklını onayladı, selamladı ve karşılığını da aldı. Program devam ederken, havuzun yazarları sosyal medyada Baykal’a övgüler düzmeye başlamışlardı bile. Ertesi gün ise grup toplantısında Başbakan Baykal’ı yere göğe sığdıramadı ve alkışlattı. Milli muhalefet müsameresi de amacına ulaşmış oldu böylece.
Peki nedir bu “milli muhalefet”, bir gerçekliği var mıdır, neye tekabül eder? Eğer “milli çıkar” diye bir şeyin varlığına inanıyorsanız, elbette ki “milli muhalefet” de olacaktır. O halde soralım: Nedir bu milli çıkar? Milli çıkar, yönetici sınıfın çıkarlarının tüm ulusun, tüm toplumun çıkarları olarak sunulması yalanından başka bir şey değildir.
Bugün kim Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu siyasetinin Türkiye toplumunun çıkarları doğrultusunda icra edildiğini söyleyebilir? Suriye’de Esad’ın devrilmesinin kime nasıl bir faydası olacaktır, askerin Suriye’ye girmesi durumunda kimin çocukları ölecektir, Kürt sorununun şiddet aracılığıyla çözülebileceğine dair yanılgının ülkeyi götürdüğü yer ortada değil midir?

Osmanlı’yı yeniden diriltme fantezileri ile geldiğimiz yer burasıdır: Komşu bir devletin yıkımı, hem ABD hem Rusya’yla çok ciddi gerilimler, hatta Rusya’yla küçük bir kıvılcımın ateşleyebileceği bir savaş aşamasına gelmek, İran’la kopan ipler ve Türkiye’nin kanla dizayn edilen bir Ortadoğu devletine dönüşmesi.

İşte bunun son örneği, 17 Şubat Ankara saldırısıdır; fail kim olursa olsun, ki TAK üstlendiğine göre PKK’dir, olayın asıl işaret ettiği şey, ülkenin başkentinde Irak ya da Suriye misali patlayan bombaların sıradan hale gelmesidir ve bu, Reyhanlı’yla başlayıp Suruç’la, 10 Ekim’le ve Sultanahmet’le devam eden kanlı saldırılar zincirinin bir parçasıdır. Alman filozof Nietzsche, “Uçuruma uzunca bir süre bakarsan, uçurum da sana bakmaya başlar” der, Türkiye de Suriye uçurumuna uzunca bir süre bakmış ve Suriye savaşı kaçınılmaz olarak sınırın bu tarafına taşınmıştır.

Ankara saldırısı için ise, “Körün istediği bir göz…” demek yanlış olmayacaktır. Günlerdir YPG’nin Azez’deki ilerleyişini durdurmak için Suriye toplarla vurulurken, uluslararası topluma PYD/YPG’nin bir terör örgütü olduğu kabul ettirilmeye çalışılırken, ABD’ye “Ya YPG ya biz” çağrıları yapılırken, YPG’nin arkasında Rusya’nın olduğu söylemleriyle NATO ve Rusya karşı karşıya getirilmeye çalışılırken gerçekleşen bu saldırının, iktidar tarafından “PKK eşittir YPG” denilerek bir “fırsat”a çevrilmek istendiği görülebilmektedir.
İşte tam da bu noktada, estirilen milliyetçilik rüzgârlarının, birlik beraberlik çağrılarının ve özellikle CHP tabanını manipüle etmeye çalışan “milli muhalefet” söyleminin karşısında tavizsiz bir tutum sergilemek gerekmektedir.

İzlenen Suriye siyasetinin de Kürt meselesindeki şiddet politikalarının da “milli çıkarlar”la uzaktan yakından alakası yoktur. Savaş, siyaseti kanla dizayn etme ve rejimin kendi planlarını hayata geçirmesi adına bir araç olarak kullanılmaktadır. Şiddetin siyasetin merkezine yerleşmesiyle birlikte toplum, güvenlik kaygıları üzerinden “güçlü devlet”in ve “güçlü lider”in etrafında kenetlenmeye çağrılmakta, iktidara yönelik her türlü eleştiri ise “vatan hainliği” olarak sunulmakta, böylece muhalefet susturulmakta ve etkisizleştirilmektedir. Tam da rejimin esas gündeminin “başkanlık anayasası” olduğu bir konjonktürde, “milli muhalefet” arayışının neye tekabül ettiği açık bir şekilde görülebilmektedir.

Bu noktada, ihtiyacımız olan şey “milli muhalefet” değil, gerçek bir yurtseverlikle, iktidarın ülkeyi bataklığa sürükleyen emperyal fantezilerini mahkûm etmek ve estirilen milliyetçilik rüzgârlarının doldurduğu yelkenlerle başkanlığa doğru gidişin önüne güçlü bir set çekmektir.