İktidar partisi yöneticilerinden biri geçen günlerde çıktı ve aynen şöyle dedi: “Teröre destek verenlerle Kartal mitinglerine katılan Kılıçdaroğlu ulusal güvenlik sorunu haline gelmiştir. Türkiye'de milli güvenlik sorunu olarak Kemal Kılıçdaroğlu sorunu yaşanmaktadır.” Ondan birkaç hafta önce de havuz medyasının tepesindeki isimlerden biri şöyle demişti: “Bir süre sonra CHP'nin de artık bir ulusal güvenlik meselesi olmaya sürüklenebileceğini söyleyebilirsiniz. Bir süre sonra bunun daha açık örneklerini, işaretlerini göreceğiz. Çünkü olağanüstü bir dönemde yaşıyoruz.”

“Elinizde bir çekiç varsa her şeyi çivi gibi görmeye başlarsınız” diye ünlü bir söz vardır, iktidar partisinin elinde “güvenlikleştirme” adlı bir çekiç var ve her şeyi bir ulusal güvenlik sorunu olarak görüyor, daha doğrusu öyle göstermeye çalışıyor, o algıya oynuyor. İlk bakışta kulağı tırmalayan ve Türkçe'nin ses yapısına uygun gibi görünmeyen “güvenlikleştirme” kavramı, batı sosyal bilimler literatüründe son zamanlarda sıkça kullanılan “securitization” sözcüğünün dilimizdeki karşılığı. Sosyal bilimciler bu kavramı siyasal sorunların bir güvenlik sorununa indirgenmesi ve böylelikle devlet şiddetinin ve ilan edilmiş ya da edilmemiş olağanüstü hal uygulamalarının meşrulaştırılması anlamında kullanıyorlar.

Güvenlikleştirme söylemi ulusal güvenliğin sağlanması adına her türlü hukuk dışı uygulamayı meşru kılıyor, daha doğrusu hukuk dışılığı hukukun içine yerleştiriyor, iktidarı ulusun ve ulusal birliğin yegâne temsilcisi, ona muhalefet edenleri ise “iç düşman” olarak kodlamayı beraberinde getiriyor. Böylece temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması ve “düşman hukuku”nu uygulamak mümkün olabiliyor, bu da muhalifleri sindirmek ve baskı altına almak için kullanılıyor.

Bu “iç düşman” söylemine elbette ki “dış düşmanlar” da eşlik ediyor; ABD, AB, Rusya, İran, Suriye, Mısır, Yunanistan, yedi düvel birleşmiş, Türkiye’yi Anadolu’ya hapsetmek, yıkmak, bölmek, parçalamak için sinsi planlar yapıyor. Dolardaki yükseliş de bununla ilgili, yaklaşmakta olan ekonomik kriz de. Su uyuyor ama düşman uyumuyor ve şimdi de bir “ekonomik darbe” yapmaya hazırlanıyor.

15 Temmuz öncesi ilan edilmemiş bir OHAL altında yaşarken, 15 Temmuz sonrası resmi OHAL’le yaşamaya başladık. 15 Temmuz öncesinde zaten Kürt sorunu bütünüyle bir güvenlik meselesine indirgenmiş, masa devrilmiş ve şiddet yeniden devreye girmişti, 15 Temmuz sonrası ise önce HDP’li belediye başkanları ve sonrasında da milletvekilleriyle genel başkanların tutuklandığını gördük. Sırada CHP’nin, yani Cumhuriyet'i kuran ve on iki milyon oyu olan ana muhalefet partisinin olduğu ve bütün bir muhalefetin ulusal güvenliğe tehdit olarak gösterilmek istendiği bir sürece girdiğimiz anlaşılıyor.

Geçen günlerde Erdoğan yeterince ilgi gösterilmeyen ama bana göre son derece önemli olan bir konuşma yaptı. 22 Kasım’da Polis Akademisi tarafından düzenlenen “Türkiye’nin Yeni Güvenlik Konsepti” adlı toplantıda yapılan konuşmada Erdoğan şöyle dedi: “İçeride ve dışarıda hangi tehdit olursa olsun üzerine gideceğiz, kaynağında çözeceğiz. Sadece asayişi, sınırların korunmasını kapsamıyor. Her konu yeni güvenlik konseptimizin içindedir. Türkiye'nin terörle mücadelesi kendi topraklarıyla sınırlı değildir. Türkiye'nin mücadelesi geniş bir alanda sürüyor.”

Bu konuşma güvenlikleştirmenin her şeyi kapsayacak şekilde genişleyeceğini göstermesi bakımından son derece önemli ve önümüzdeki döneme dair ciddi ipuçları veriyor. Başkanlığa giden Türkiye’de “güvenlik kaygısı”nın öncelikli enstrüman olacağı, seçim kampanyasının bu eksene oturtulacağı, toplumun bu kaygının yönlendiriciliğinde sandığa götürüleceği ve güçlü lider/güçlü devletin arkasında hizalandırılacağı görülebiliyor. Dahası, “terör tehdidinin sınırların ötesinde karşılanması” adı altında Suriye macerasının derinleşeceğini ve Irak’ta da benzer bir maceraya girilme ihtimalinin yükseldiğini söyleyebiliyoruz.

Türkiye, sözde ulusal güvenlik adına ama aslında başkanlık adlı bir ihtirası gerçek kılmak için adım adım bir kırılma noktasına götürülüyor. “Güvenlikleştirme” denilen şey topluma güvensizlikten, istikrarsızlıktan, krizden, iç ve dış çalkantılardan başka bir şey vaat etmiyor. Muhalefetin gidişatın nereye olduğuna dair daha çok şey söylemesi, Türkiye’nin bir kişinin ihtiraslarından daha büyük olduğunu göstermesi, memleketin kaderinin bir kişinin kaderine bağlanamayacağını, aksi takdirde hiçbirimizin güvende olamayacağını halka anlatması gerekiyor. Henüz bunun için geç değil, önümüzde uzun bir referandum kampanyası dönemi olacak çünkü.