Berberde hükümet kuruluyor mu tartışması, alabildiğine küfürleşmeler, sertleşen hayat. Kimse bakmaz mı göğe, sabah ezanından önce ses veren Murad kuşuna. İşte bu gamsızlıktır, toprağa düşüren çocukları

Birbirinin ölüsüne üzülmeyen insanlar çağındayız…

Maviliğin göz yaşartıcı güzelliği vardır. Uçsuz bucaksız, ıssız bir denizden söz ediyorum. Bir çocuğun, kulaç sallarken dönüp: “Ben şimdi uçuyorum baba, gökyüzündeyim” deyişi bundan. Şiir yazmak için, hatta şiir olmak için Datça yeter. Doğanın ahengine dışarıdan bir katkıya gerek yok. Can Baba’nın “Mekânım Datça olsun” demesi de bundan. Son durağını gölgeli bir zeytin ağacı altına sermiş, derin ve hınzır bir uykuya dalmış işte…

Akşam, gün dönerken uzakta, göğün denizle buluştuğu saatlerde, benzersiz, tılsımlı bir laciverte tanık olursun. Genzi yakan bir şarap, ağızda buruk bir tat bırakmıştır henüz, tam da o saatte tanrı Dionysos için kadeh kaldırılır. ‘Benim tanrım zeytin ağacı’ diyorum. Ona ibadet etmek gerek. Meyvesi ayrı kutsal, gövdesi ve insanlığa dokunmak için uzattığı barış elleri ayrı... Bunlar geçer aklından ve bir sabah kalkarsın, bombalanmış memleketinde kan toprağa sızar, zeytin ağacının gözü yaşlıdır.

On üç yaşındaki küçük yeşil deniz
Evlat edinmek isterdim seni
Sonra da İonia’da okula göndermek
Pelinlerle mandalinaları öğrenmek için
On üç yaşındaki küçük yeşil deniz
Deniz fenerinde ayın battığı saatte
Güneşi çevirmeni ve duymanı
Kaderin nasıl alt edildiğini
Ve uzak akrabalarımızın tepeden tepeye
Hala nasıl birbirleriyle haberleştiklerini

On üç yaşındaki küçük yeşil deniz
Boynunda beyaz yakan başında kurdelenle
İzmir’e girmeni isterdim penceremden
Tavana yansıyan “Tanrı bağışlasın”
Ve “Ey Yüce Tanrı” sözlerini bana yazman için
Ve hafif bir poyrazla ve gündoğusuyla
Dalgaları aşarak geri dönmeni
On üç yaşındaki küçük yeşil deniz
Yanında yatmak isterdim gizlice
Ve kollarının arasında
Kırık taşlar bulmak isterdim: Tanrının sözleri
Kırık taşlar: Herakleitos’tan parçalar.

Elitis’i daha ilk gençliğimde okumuştum. Şair her yeni gün imgeyi doğurur yüreğinden. Unutur kimi zaman dizeyi, bir uçurtma gibi gelir çınlar kulakta. Şaşar kalır insan bu aniden, apaydınlık, yıldızlı karşılaşmaya. Oyuncak taşıyan gençlerin rüyası yoktur artık. Ölüm kişiye özel sanılır, oysa birlikte yattılar uykuya işte. Badem ağaçlarının çiçeklenmesini göremeyecekler. Anneler üşümeye başlar, içleri katılırca süzülür yaşlar yanaklarından ve dudaktan dökülecek her söz kahırlıdır ve yara izi vardır artık soluduğun havada.

HAZİN ÖYKÜLÜ BİR KADIN

Oysa bir gece önce dost meclisinde, her türlü saldırıya direnç gösteren komşu Yunan halkı için söylenmişti içli şarkılar. İçki kendini avutmak için süzülmez gırtlaktan. Tersine bir tür duadır o ve mırıldanır iki yakanın insanları. Yunan tanrısı gibi belirir denizin üstünde sert bakışlı, kartal gövdeli Thedorakis. “Yıkın bu düzeni ve ayağa kalkın ey devrimciler” deyişi bundan. En son beste budur işte. Kükremenin, isyanın müziği… Cenazeler bir bir memleketlerine giderken; ana kucağına, toprağa bırakılırken ve güvenilirken zeytinlerin, bademlerin dostluğuna, bekçiliğine… Bir anayı avutamayacağını bilirsin.

***

Yunan tanrısı gibi belirir denizin üstünde sert bakışlı, kartal gövdeli Thedorakis: Yıkın bu düzeni ve ayağa kalkın ey devrimciler

***

Önce Zorba’dan ses oldu gönlümüze Zeynep Halvaşi. Thedorakis işitsin isterdim bu Datçalı sesi. Hepimize memleket oluverdi Datça. Sesi rüzgârla ulaştı karşı kıyıya ve dalgalar okşayarak bıraktı mektubumuzu acılı, dost halka. Ardından kanlı gözyaşları dökmeye devam eden, (artık her ana “Beyaz Başörtülü Kadınlar”dan biridir memleketimde, Behçet Aysan düşer akla yeniden) Emel Anne için, Ali İsmail’e söyledi “Magosa Limanı”nı… Ayakları aynı toprağa basıyor bu anaların, yüreği kavruk, vurulmuş analar.


YALNIZLIK YOLCUSU

Mucizeler sadece hayatın içinden çıkar gelir, bulur seni ‘İstanbul Kemençe’sinin üstadı Derya Türkan, Datça’da. Neveser Kökteş’in hazin yaşam öyküsünü yazmak için kıvranır Dilek Türkan yanı başında. Ses sese karışır ve kalemi nasıl bir mürekkebin renginden çıkaracaktır “Gül olsam ya sümbül olsam beni koklar mısın/ Süzgün süzgün bakışınla, gizli yalvarışlarla/ Başımı göğsüne koysam, beni okşar mısın” diyen hazin öykülü kadının…

Sonra tatlı bir esintiyle, denizde gıdıklanan bir sandal oluverir içli şarkılar. “Gözü Yaşlı İnsanlar” dediğinde kemençe üstadı, öte yakadaki müzisyen dostu Sokrates’den söz açmaktadır. Tanımadan seversin çalgıcıyı. Okşayarak dokunduğunu bilirsin kemençeye… ‘Bizi birleştirmez mi müzik?’ diye düşünmem bundan… Birer birer dostları arkada bırakarak bilgeleşiyoruz. Vazgeçmek ne büyük erdem, selamı sabahı keserek yalnızlığın yolcusu olmak…

Bir akşam soframıza ilişiyor Harun. Felsefe hocası, Harun’a, giyim kuşamına ve derviş haline bakarak “Atinalı Timon” demiş zamanında. Bir kahvede Kazancakis çevirmekle meşgul. İstanbul müziğine meftun! “Datçalı Timon” diyoruz artık ona. Esintili gecelerde kıyasıya tartışıyoruz. Garip ki ne garip; “Tanrıların Vatanı Anadolu” düşer aklıma birden. C.W. Ceram’ın başyapıtını kaç zaman oldu okuyalı?

İZLEMEDİLER Kİ HİÇ...

Berberde hükümet kuruluyor mu tartışması, alabildiğine küfürleşmeler, sertleşen hayat… Kimse bakmaz mı göğe, sabah ezanından önce ses veren Murad kuşuna… Bu gamsızlıktan toprağa düşer çocuklar… Birbirinin ölüsüne üzülmeyen insanlar çağındayız… Halikarnas Balıkçısı’nın “Yıldızlar dünyaya en yakın Datça’da görünür insana. Uzansan dokunacaksın ellerinle.” demesi bundan. Azra Erhat uzunca anlattı ya bize bunu “Mavi Yolculuk” kitabında.

Sert betonlar arasında, sağırlaşan, karanlık bir sahile uyanıyoruz. Savaş hiç bitmedi biliyorum da, yine de ‘başlıyor yeniden’ diye başlık atıyor gazeteler. Askerler var. Bu sıcakta postalların altında sancıyor yürekleri. Ölüme gidiyorlar öldürmek için. Vahşi, ağzı salyalı yobazların İstanbul Kemençesi dinlemediğini biliyoruz, raks eden Aleksi Zorba’yı izlemediler ve Kazancakis’in izinden gittiği İsa hakkında hiçbir fikirleri yok. Ayrı tanrıların insanlarıyız. Bizimki bizimle ölüyor, onların ki kan kusmakta hep. Öyle değil mi ey Cemal Süreya…

ÇIRPINIR BİR GÜVERCİN

T.S.Eliot “Şöyle böyle okumuş kimseler günlük yaşamında, edebiyat ve yaşam, çorba gibi birbirine karışmıştır. Eğitilmiş bir kişi için de, doğru anlamda, edebiyat demek yaşam demek, yaşam demek edebiyat demektir; ama aynı söz bozuk bir anlamı da içinde taşır.” demiş. Bir yandan aklımda bu sorular. Ölüme direnmek için yazanlar, yazmaya heves ederek yaşamaya çabalayanlar, yaratının olağan akışı içinde ne yöne doğru akmaktalar… Yeni bir romana başlamak için çırpınır içinde sabırsız güvercin.

***

Dizeyle düşünür, sevdamı öyle kanatlandırırdım. Karın ağrısı yapan tutkularım nerde? Kırklı yaşların tarifsiz çelişkisi…

***

Şiire mahcup bakmaktayım, yan yan, biraz kıskanç ve kırılgan… İlk gençliğimin susamışlığı ne güzeldi ve aşkla çarpan yüreğimin arı sevinci. Dizeyle düşünür, sevdamı öyle kanatlandırırdım. Karın ağrısı yapan tutkularım nerde? Kırklı yaşların tarifsiz çelişkisi… Şiirim karışır sevdiğim şairlerin dizesine. Ölü çocuklara ağıt yazmak güç…

Beş sedir ağacı altında
Başka hiç mum olmadan
Yatıyor yanık savaş giysileriyle;
Miğferi boş, kanı çamurlar içinde,
Bir yanında yarım kalmış kolu
Ve kaşları arasında-
Küçük acı bir kuyu, kaderin parmak izi
Küçük acı koyu kırmızı kuyu
Belleğin soğuduğu!

“Arnavutluk Cephesinde Ölen Teğmene Ağıt” derken Elitis, bizim çocuklarımızın nasıl toprağa düştüğünü de sızıyla söylüyor işte. Çöl sıcağında yürek yangınları var. Bir çağrıdır ölen gençlerin ellerinde kırılan oyuncak. Bombalar altına gönüllü gidiveren güzel yüzlü kızlar, erkekler… Bir gözüm yalınayak koşan kız çocuğunda. Akşam hep aynı saatte yola düşen kirpi ailesinin saadeti ne güzel…

KURŞUN KALEMİN UCUNDA

Şiir; sözler azaltılarak yalınlaşıyor madem, yaşam şairden fazlası olamaz. Artık az çalgılı besteleri dinleyebiliyorum. Demek kalabalığa hiç tahammülüm kalmamış. Avazı çıktığınca küfrü basan Can Yücel yanı başımda yatıyor. Neden sevmedi Datçalılar bu bronz gövdeli tanrıyı? İnsan anlamadığını itiyor. Aykırı, yabanıl olana saldırıyor. Homeros’un elleri ellerimde… Tutmak lazım…

Boydan boya salınarak yürüyor insanlar sıra sıra. Umulmadık misafirlerle kesişiyor yolumuz. Memleketin, ahalinin hali üstüne dertleşiyoruz çokça. Bir genç sokak çalgıcısı, görünce beni sevinçle sarılıyor boynuma. Yaşam bildiğince akar… Yüzler silikleşir sonra ve ışıldar imge kurşun kalemin ucunda…

CACUKİ

denizde maviyi kulaçlayan Nisan
şimdiden akşam dondurması telaşında
dudağında bademi Datça’nın
bir kızıl gülümsemeyle yayılan bakışında
kıyıya sevdayla vuran dalga
içinde çocuğu okşuyor şefkatle
ve ben

Bir mısra bulmak için şairce
bakıyorum göğün ıssız tarlasına