Fidel’e, gerçek bir anti-emperyaliste…

Bundan tam 12 yıl önceydi, Avrupa Birliği’nin (AB) 17 Aralık 2004 tarihli Brüksel zirvesinden Türkiye ile “ucu açık” da olsa üyelik müzakerelerinin başlatılması kararı çıkmış, bu karar iç kamuoyuna bir zafer havasıyla takdim edilmiş, öyle ki Ankara’da -elbette ki Gökçek’in bir fikri olarak- gündüz vakti havai fişekli kutlamalar yapılmıştı.

AB üyelik süreci o dönem hükümet olmakla birlikte henüz devlet olamamış iktidar partisi açısından devlet aygıtını dönüştürmenin mükemmel bir aracı olarak kullanılmıştı. “AB uyum yasaları” adı altında ve demokratikleşme kisvesiyle eski rejimin hukuki mekanizmaları ve kadroları aşama aşama tasfiye edildi ve rejim inşasının bu ilk evresinde Avrupa Birliği desteği en büyük dayanağı teşkil etti. Yani Türkiye İslamcıları için AB, içerideki iktidar mücadelesinde işe yaradığı ve küresel sermayeyi Türkiye’ye çekmeye yardım ettiği ölçüde bir anlam taşıyordu, gerçekte ise bir “Hıristiyan Kulübü” olmaktan öteye gitmiyordu.

Aradan on dört yıl geçti, rejim inşası büyük ölçüde tamamlandı, bu inşa esnasında AB ile bağlar adım adım koptu ve nihayetinde Avrupa Parlamentosu’ndan müzakereleri dondurmaya ilişkin bir tavsiye kararı çıktı. O esnada rejimin temsilcileri ve kalemşorları bir yandan AB’ye ağızlarına geleni söylerken öte yandan da -tıpkı bir zamanlar AB söz konusu olduğunda yaptıkları gibi- rejimin bekası adına Şanghay İşbirliği Örgütü’ne, yani daha iyi bilinen eski adıyla Şanghay Beşlisi’ne üyelikten, yüzünü doğuya dönmekten, Avrasya’dan bahsediyorlardı.

Çok açık ve net bir şekilde söyleyelim: Rejimin batıdan kopması, bağımsız bir dış politika izlemesi, anti-emperyalist bir duruşa sahip olması, Avrasya birliğinde yer alması vesaire, bunların hiçbiri mümkün değildir, ne Türkiye İslamcılığının ideolojik altyapısı ne de Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmi içerisindeki konumu buna izin verir çünkü.

Türkiye İslamcılığı ve onun iktidardaki temsilcisiyle emperyalizm arasında bir “uzlaşmaz çelişki” olduğu iddiası palavradan ibarettir. Emperyalizm, rejimi “kutsal mülkiyet hakkı”na dokunmadığı ve emperyalist hiyerarşideki yerini değiştirmeye kalkışmadığı sürece doğrudan karşısına almamakta, bunun sinyallerini gördüğü yerde ise ona kırmızıçizgilerini hatırlatmaktadır.

Rejim ise elbette ki anti-emperyalist falan değildir, emperyalizmle özsel bir derdi yoktur, bir yandan emperyalist hiyerarşide daha üst bir basamağa geçmeye çalışırken, öte yandan da emperyalizmi kendi İslamcı rejim tahayyülünü kabule zorlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Şanghay Beşlisi de Avrasyacılık da sadece araçsal bir nitelik taşımakta ve bir “denge siyaseti”nin, daha doğrusu kötü bir “blöf siyaseti”nin aracı olarak kullanılmaktadır.

Türkiye kapitalizminin bugünkü ekonomik ve kurumsal yapısı da “batıdan kopuş” iddialarının bir karşılığı olmadığını göstermektedir. Türkiye’nin ihracat ve ithalat partnerleri, ülkeye giren sermaye akımları, büyük şirketlerdeki yabancı sermaye ortaklığı, Türkiye burjuvazisi ile küresel sermaye arasındaki iç içe geçmişlik, aynı anda hem kapitalizmi sürdürüp hem de batıdan kopmaktan söz etmenin demagojiden başka bir şey olmadığını göstermektedir. Aynı şekilde bütün bir askeri yapılanmasını NATO konseptine göre belirlemiş, subaylarının NATO tedrisatından geçtiği, yerli silah sanayii olmayan bir ülkenin takım değiştirir gibi bir bloktan ayrılıp ötekine geçmesi mümkün değildir.

Peki, bir anlığına da olsa tüm bu söylediklerimizin geçerliliğini yitirdiğini ve sahiden de rejimin batıyla bütün köprüleri atıp, NATO’dan, AB aday üyeliğinden vs. çekilip yüzünü doğuya, Avrasya’ya döndüğünü düşünelim. Anti-emperyalist olmayı birinci sıraya yazan bizler, böylesi bir durumda ne yapacağız, rejimin destekçiliğine mi soyunacağız?

Elbette ki hayır! Rejim dinselleşmeyi daha da yoğunlaştırmak, Cumhuriyet'in kazanımlarını yok etmek, emek sömürüsünü katmerlemek, otoriterliği anayasal dikta statüsüne kavuşturmak istiyor ve dış politikasını da buna göre belirliyorsa, kıymeti kendinden menkul bir anti-emperyalizm adına neden İslamcılığın piyasacılığın ve otoriterliğin bu yıkıcı bileşimine destek verelim, neden rejime payandalık edelim?

Velhasıl, ister blöf ister gerçek olsun, rejime bakıp anti-emperyalizm görmek ve buradan bir siyasal pozisyon belirlemek en hafif tabirle körlükten başka bir şey değildir. Bugün “baş çelişki” de “temel çelişki” de rejimde ve tepesindeki isimde somutlaşmaktadır, sömürü düzenine karşı olmak bu rejime karşı olmaktan ve bu rejime karşı olmak sömürü düzenine karşı olmaktan geçmektedir. Dolayısıyla AB meselesinde de Şanghay Beşlisi meselesinde de tutumumuz açık ve nettir: Ne emperyalizmden medet ummak, ne de birilerinden anti-emperyalizm beklemek!