Evrim olmadan biyoloji, Mustafa Kemal olmadan Milli Mücadele, İsmet İnönü olmadan İkinci Dünya Savaşı anlatabileceğini sanan garabetin inşa ettiği eğitim sisteminin sonuçlarına dair ilk örneklerin yavaş yavaş görülmeye başlandığı günlere tanıklık ediyoruz. Uzaktan, “dininin ve kininin sahibi nesiller”in ayak sesleri geliyor.

İşte bir kız çocuğu, “büyüyünce ne olacaksın” sorusuna “doktor, mühendis, öğretmen” diye değil, “muhtarlıktan cumhurbaşkanlığına yükseleceğim ve sonra da idamı geri getireceğim” diye yanıt veriyor, on yaşındaki kız çocuklarının hayallerini devlet başkanı olup birilerini ölüme göndermek süslüyor, zamanın ruhu çocukları zehirliyor, ruhlarını, kalplerini karartıyor.

Evet, muhtarların rejimin bekçileri ilan edildiği, mitinglerde kitlelere “idam isteriz” çığlıklarının attırıldığı, “en yetkili ağız”ın ağzını her açtığında “milletin iradesine karşı çıkılmaz, parlamentodan çıkarsa ben bunu onaylarım” dediği bir ülkede, çocuklara da ölmenin ve öldürmenin diliyle konuşmak düşüyor, bu ülke çocuklarına şehit olmakla idam talep etmek dışında âdeta başka bir seçenek bırakmıyor.

Peki, bu cumhurbaşkanı olup idamı geri getirme hayali, içine düştüğümüz korkunç iklimin çocuklar üzerinde yarattığı büyük tahribata işaret etmenin dışında, bize başka bir şey daha söylemiyor mu? Bana söylüyormuş gibi geliyor: Sanki o çocuk, çocuk aklıyla bile idamın geri getirilmesinin kitleleri manipüle etmekten başka bir anlamı olmadığını, idamın geri getirilmesinin hiçbir şekilde mümkün olmadığını anlamış da, bunu bizzat kendisi yapmayı vadediyor, topluma “ancak ben cumhurbaşkanı olursam, idam geri gelebilir” diyor.

Şunu anlatmaya çalışıyorum aslında: Devletin mutlak hâkimi olan “en yetkili ağız”, istediği anda partisine vereceği tek bir talimatla idama ilişkin bir düzenleme yapabilecekken, neden topu başka zamanlar ciddiye dahi almadığı Meclis’e atıyor, neden “çıkarın” demiyor da, “çıkarırlarsa onaylarım” diyor?

Nedeni belli, idamı geri getirmeye dair vaat, toplumun korkularını, paranoyalarını, bilinçaltını, kolektif öldürme iradesine sahip olmaktan duyacağı hazzı manipüle etmenin, dinden, milliyetçilikten ve güce tapmaktan, güçle özdeşleşmekten müteşekkil fantezilerine oynamanın en kolay yollarından biri. Ancak, vaat olarak kalması hayata geçirilmesinden daha etkili, çünkü güçle kurulan ilişkide, muktedirin her zaman varılamamış bir ufku, ulaşılması gereken bir hedefi topluma vadetmesi gerekiyor, toplumla kurulan ilişkide hep bir “eksik” olmalı ki, toplum o eksiğin, o boşluğun doldurulmasını arzulamaya ve bu arzu üzerinden iktidarla, güçle özdeşleşmeye devam etsin.

Yani mesele idamın geri gelmesi değildir, iktidar bunu yapamayacağını bilse de, mesele vaadin kendisidir, çünkü toplumsal bilinçaltında asıl tahrik edici olan, asıl çekici olan budur. Belki de, hep çocuk kalan bir toplum, babanın yapmayı vadedip bir türlü yapamadığı, daha doğrusu yapmasına izin verilmeyen şeyi büyüyünce yapmanın hayaliyle yaşamaktadır.

Madem iktidar, manipülasyon ve vaatten başladık, oradan devam edelim. O kız çocuğuna “önce muhtar olacağım” dedirten şeyin, rejimin beka üzerine kurduğu gösteri siyasetinin en rafine biçimde gözlemlenebildiği ve “en yetkili ağız”ın tek kişilik gösterisi şeklinde icra edilen muhtarlar toplantısı olduğunu biliyoruz. O toplantıların sonuncusunda, “en yetkili ağız” bu sefer de “Ey Kaymakam” diye başlayan bir tirat okudu ve bir kez daha “bürokrasiyle kavga eden lider” imajını sağlamlaştırdı.

O lider ki, memleketin herhangi bir noktasında hangi vatandaşı mağdur olmuşsa biliyor ve onu mağdur eden bürokratına milyonlar önünde fırça atabiliyordu! Modernite öncesi zamanların yönetim teknolojilerinin taklidi olan bu çıkış, modern zamanların ürünü olan bürokrasiyi devre dışı bırakıyor, yurttaşla modern öncesinin saltanat-tebaa ilişkisine benzer bir ilişki kuruyor, himaye, lütuf, ihsan, hepsi bu politik müsamerenin içine sığdırılmış oluyordu.

Buradan varılan sonuç ise belli aslında: Şu bürokrasi olmasa, şu parlamento olmasa, şu anayasa olmasa, şu uluslararası toplum ve anlaşmalar olmasa, “en yetkili ağız” ülkeyi bildiği gibi yönetecek ve her şey güllük gülistanlık olacaktır. Hele hele devleti yönetenler “en yetkili ağız”ı gerçekten bir anlasalar, onu yalnız bırakmasalar, hızına, vizyonuna ayak uydursalar, bu ülkenin yeniden cihan devleti, dünya hâkimi olması işten bile değildir.

İktidarın topluma vadettiği şeylerdeki “eksik parça”yla, toplumun iktidardan bekledikleri arasındaki “eksik parça”, toplumsal fantezilerle toplumsal korkular arasında işleyen iktidar teknolojileri, güce tapma ile güç istenci arasındaki ilişki, yani “arzunun karanlık nesnesi”…

Faşizmler hakikatten kaçışı, hakikatten kaçış faşizmi büyütür ve biz bugün bir eşikteyiz, hakikati savunmanın her zamankinden önemli olduğu bir eşikte, ya buradan çıkacağız ya da kolektif bir deliliğin hem şahitleri hem kurbanları olacağız.