Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül için hazırlanan iddianame daha ilk günden trajik bir belge haline döndü.

Çünkü iddianame bir hukuk belgesinden çok siyasi bir öç alma bildirgesine benziyor.

Türkiye’nin yakın tarihinde böylesi pek çok dava görüldü. Bu davalar ilerde kitaplaştı, oyunlaştı, tiyatrolarda sahnelendi. Davaların sanıklarını canlandıran oyuncular tiyatroseverler tarafından coşkuyla alkışlandı.

Can ve Erdem için açılan dava bir anlamda çaresizliğin belgesi niteliğine de sahip.

•••

En başında, “gazetecilik faaliyetlerinden yargılanmıyorlar” denildi. İddianame ortaya çıktığında görüldü ki, Can Dündar ve Erdem Gül’ün haberleri, yazı dizileri, makaleleri savcılık tarafından “yakalanmış” suç belgeleri olarak takdim ediliyor.

Savcılığın “yakaladığı” bu suç belgeleri ondan önce Cumhuriyet gazetesinin 200 bin okurunca (Bir gazete 4 kişi tarafından okunur) okunup, öğrenilmişti. O zaman hiç kimse bunların ilerde “casusluk” amacıyla düşman (???) devletlere sunulmak amacıyla yazılmış olabileceği gibi gerçeküstü olasılıkları düşünmemişti.

Bizim ülkemizde demokrasi iktidara gelenler tarafından hiçbir zaman özümsenemediği için, olağanüstü mahkemeler de seçimler kadar “olağan” bir kurum olarak varlığını korudu.

Özel yetkili mahkemeler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri, İstiklal Mahkemeleri… Cumhuriyet’in tarihiyle birlikte bu olağanüstü mahkemeler de yıllar boyu demokrasinin üzerine adil olmayan imzalar attılar.



Olağanüstü mahkemelerin ve dönemlerin olağanüstü yetkilerle donatılmış hakimleri, savcıları ilerde hiç de hayırla anılmadılar. Hatta hiç anılmadılar. Çünkü hatırlanmadılar bile…

1980’lerin ikinci yarısıydı. 12 Eylül’den çıkış günleri. Süleyman Demirel’in Başkanı olduğu Doğru Yol Partisi (DYP) de toplumsal muhalefetin her alanıyla yakından ilgiliydi. Hava-İş Sendikasının düzenlediği bir panelde DYP’nin Başkan Yardımcısı Baki Tuğ da partisi adına gelmiş, işçi hakları savunan konuşmalar yapıyordu.

Panelistlerden biri de gazeteci-akademisyen Atilla Özsever idi. Tuğ ile aynı masada yan yana oturuyorlardı. 12 Eylül döneminde işçilerin hak kayıpları üzerine konuşuyorlardı. Kahve arası verildi. Atilla Özsever, Baki Tuğ’a döndü ve sordu:

-Beni hatırladınız mı?

Emekli bir general olan Baki Tuğ hatırlamamıştı. Özsever hatırlattı:

-12 Mart 1971’de Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Davası sanıklarından biriyim ben…

-Yaaa öyle mi?

-On kişi bir araya gelmiştik, şimdi bu panelde konuştuğumuz şeyleri konuşuyorduk. Tam 15 yıl hapis verdiniz! Şimdi siz de bizimle aynı şeyleri söylüyorsunuz!


Baki Tuğ 12 Mart’ta pek çok devrimciyi mahkûm eden mahkemenin savcısı idi. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idamlarında da onun imzası vardı.

Şimdi muhalefet partisinin önde gelen bir yöneticisi olarak “demokrasi mücadelesi” veriyordu. Eskiden mahkûm ettiği devrimcilerle birlikte!!!

Atilla Özsever’in karşısında biraz ezilip, büzüldükten sonra “ne yapalım” demişti:

-O dönem öyleydi!?

•••

Daha başka örnekleri de var. Mesela Nâzım Hikmet’i 1938’de mahkûm eden hâkimleri, ona uydurma ve abartılı “orduyu isyana teşvik” iddianameleri hazırlayan savcıları hatırlayan var mı?

Tarih ilerde gösterecek ki, Can Dündar ve Erdem Gül için hazırlanan iddianameler de iddianame değil:

-İntikamnamedir!