Dinselleşmeyle otoriterleşmenin sentezlenmesi, partiyle devletin bütünleşmesi, fiilen askıya alınan anayasa ve parlamenter sistem, yasama-yürütme-yargı erklerinin tek bir kişinin şahsında bir araya gelmesi ve gayriresmi başkanlık idaresi… Artık hemen herkes için hakikat niteliği taşıyan bu sıraladığım özelliklere bakarak söyleyecek olursak, karşımızda henüz anayasal statüye kavuşmamış olan, yani fiili bir “tek adama dayalı dinsel parti-devleti rejimi”nin bulunduğunu söyleyebiliyoruz.

Peki, rejimi anlamak için yeterli mi bu? Gerekli ama yeterli değil; çünkü parti-devleti rejiminin bir “iç”i, bir “merkez”i var. Rejimin merkezinde bir “aile”, ailenin tepesinde ise bir “baba” bulunuyor. Baba, babaya ait bir “hazine-i hassa”, buraya gelir aktarmak için kullanılan vakıflar, bu vakıfları yöneten çocuklar, bakan yapılmış bir damat, “iç kabine” görevi gören danışmanlar kadrosu, doğrudan tek adama bağlı vekiller, bürokratlar ve artık neredeyse bütün büyük kamu ihalelerinin verildiği, dolayısıyla rejimle “ortak-yaşarlık” ilişkisi kurmuş bir sermaye grubu… Bu saydıklarımız ise bize şunu söylüyor: Parti-devletinin iç halkası olarak bir “aile-devleti”yle karşı karşıyayız ve rejimin işleyiş hiyerarşisinin tepesinde asıl olarak burası bulunuyor, ülke buradan yönetiliyor.
“Baba”, kamu ihalelerinin ve dolayısıyla rantın dağıtımında “nihai karar verici” konumunda olduğundan, aile-devletinin ekonomi-politiği bunun üzerine inşa edilmiş durumda. İhaleler aile-devletinin parçası olan sermaye gruplarına veriliyor, bu gruplara ücretsiz arsa tahsisinden vergi muafiyetine/vergi borçlarının silinmesine sayısız kolaylık sağlanıyor; bunun karşılığında da, rejimin şeyhülislamlarının verdiği fetvalarla “helal” olduğu tasdik edilmiş komisyonlar, bu sermaye grupları tarafından, başta vakıflar olmak üzere aile-devletinin sahip olduğu fonlara aktarılıyor. Bu fonlar ise, başta devasa propaganda makinesi olmak üzere aile-devletinin bekâsını sağlayacak mekanizmaları finanse etmek için kullanılıyor.

Dolayısıyla karşımızda bir “politik aile-şirketi” var. Söz konusu şirket politik konumunu kullanarak gelir elde ediyor ve elde ettiği geliri aile-devletinin bekâsı adına kullanıyor, ulufeler buradan dağıtılıyor, yani aile-devletinin ekonomi-politiği, devlet hazinesine paralel bir gayriresmi hazine, resmi vergilemeye paralel bir gayriresmi vergileme mekanizması aracılığıyla işliyor. Buna bir de sahip olunan vakıflara aktarılan kamu kaynaklarını, belediyelerin bağışladığı arsaları, imar değişikliklerini, cüzi miktarda paralar karşılığı yapılan bina kiralamalarını vs.yi eklediğimizde manzara tamamlanmış oluyor.

Cerattepe’deki olan bitene, aile-devletinin ekonomi-politiği perspektifinden bakıldığında her şey netleşiyor. Maden şirketi, aile-devletinin en önemli sermaye gruplarından biri ve 2002 yılından itibaren muazzam bir büyüme yakalamış. Sayısız HES ihalesi, yeni havalimanı, yeni köprü, baraj, nükleer santralın liman kısmı, elektrik dağıtımı, özelleştirme aracılığıyla neredeyse bedavaya el konulan tesisler ve madencilik. “Yeni Türkiye” devasa bir şantiye ise, bu şirket “müteahhit firma” olmuş, yeni Türkiye’ye damgasını vurmuş!

Dolayısıyla karşımızda basitçe bir “çevre” meselesi, basitçe bir doğa katliamı, basitçe bir maden arama faaliyeti yok. Cerattepe’de bugün rejimin ekonomi-politiğine dair bir kavga veriliyor. Söz konusu şirket, bu sefer de Artvin’in doğasına, suyuna, ormanına, ağacına gözünü dikmiş durumda ve arkasında koskoca bir devlet aygıtı var. Politik aile-şirketinin çarkları dönebilsin diye, aile-devleti fonlanmaya devam edebilsin diye, rejimin bekâsı korunabilsin diye, direnen Artvin halkı için “Vurun geçin” emri çıkarılıyor. Biber gazları, plastik mermiler, fişekler havada uçuşuyor. Parti ile devlet bütünleşmesi, devletle şirket bütünleşmesi, bir ailenin hem devletleşmesi hem de şirketleşmesi Cerattepe’de elle tutulur, gözle görülür hale geliyor, herkes madenin “asıl sahibi”ni biliyor. Aile-devletinin ekonomi-politiği böyle işliyor, rejim kendisini ancak böyle var edebiliyor.

“Yeni Türkiye’de, dinselleşme, otoriterleşme, tek adamlık, çevre düşmanlığı, rant dağıtımı, hepsi iç içe geçmiş durumda; rejim ancak hayatın tüm alanlarını kendine tabi kıldıkça, kendi işleyiş mantığına dahil ettikçe varlığını sürdürebiliyor. İşte tam da bu nedenle, bugünün Türkiyesi’nde “saf” bir çevre mücadelesi, “saf” bir “laiklik” mücadelesi, “saf” bir otorite karşıtlığı herhangi bir anlam ifade etmiyor. Gerçek bir muhalefet hattının, hayata topyekûn olarak saldıran bir iktidar mantığının karşısına, hayatı topyekûn olarak savunan bir direniş mantığı üzerinden çıkması, siyasetini buradan kurması gerekiyor.