Mektup alma sevincini yaşamak için iki yer çok önemlidir. Biri uzun askerlik dönemi diğeri cezaevinde tutuklu ya da hükümlü olarak bulunmak…

Artık eski yıllardaki gibi uzun askerlikler kalmadı. Zaten cep telefonları da var ki, iletişimin belini kırıyor. Ama cezaevlerine gönderilen kâğıda yazılı mektuplar eski yıllardaki işlevini koruyor. Tutuklu ve hükümlüleri en fazla mutlu eden şey eşlerinden, dostlarından gelen mektuplar oluyor.

Türkiye’de cezaevine mektup yazmak “siyasi bir eylem” bile olabiliyor. Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul milletvekili gazeteci Ahmet Şık, Silivri Cezaevindeyken Kadıköy postanesinden kitlesel olarak kartpostal yollamıştık.

Ahmet Şık, Gülen Cemaatinin marifetiyle “Oda TV Davası” içinde yargılandığı sırada da ona yazdığım bir mektup tam tersi etki yapmıştı. Mektuptan bir süre sonra sevgili Nail Güreli ile birlikte Silivri’ye gittiğimde Ahmet Şık “Abi mektubunu okuduğumda az daha ağlayacaktım” demişti. Halbuki onun moralini yükseltmek için yazmıştım o mektubu!..

Cezaevlerine yollanan mektuplar dışarısı ile içerisini birbirine bağlayan güçlü irtibat noktası olabiliyor. Özellikle siyasi tutuklu ve hükümlüler açısından yalnız olmadıklarını hissettiren değerli belgelerdir mektuplar. Ama zamanında muhataplarına verilirse!..

Bu yılın (2023) mayıs ayında tutuklu olan genç bir gazeteci arkadaşıma yazdığım mektup ağustos ayının son haftasında bana geri geldi:

-Söz konusu kişi adresinde bulunamamıştır!

∗∗∗

Devletin “en sağlam” kurumlarından olan cezaevinde yatan bir tutukluyu nasıl bulamaz bu “muhteşem ve güçlü” yapı? O devlet ki, kullandığımız ilaçların kutu içinde kaç adetinin kaldığını bile bilen bir sisteme sahiptir!

Neyse ki bu yazıyı yazmama sebep olan genç arkadaşım kısa süre önce tahliye olmuştu. O yüzden “tek mektupla değerlendirme yapıp da devletin kalbini kırmayayım” diyeceğim ama durum o kadar basit değil. Mektubu yazıp postaya verdiğim tarihle, tahliye edildiği zaman arasında yaklaşık iki ay vardı. 

Başka dostlara da kesik uçlu dolma kalemimle yazdığım mektupların akıbetinden de şüphe ediyorum. Eğer mektupları almış olsalar en azından kısa da olsa bir cevap mutlaka yazarlardı, diye düşünüyorum.

Türkiye’de ülkesini seven, halkın yaşam hakkını kendisine dert edinen bu yüzden de fikirlerini aleni olarak söyleyen aydınların sanatçıların siyasetçilerin yolu her dönemde mutlaka cezaevlerinden geçiyor. Oysa dedikleri gayet basit bir ifadeyle şöyle:

-Halkı bu kadar soymayın!

Nâzım Hikmet kendisine “vatan haini” diyenlere karşı yazdığı şu dizler bugün de geçerli:

“Vatan çiftliklerinizse,

kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,

vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,

vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,

fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,

vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,

vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,

ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,

vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,

Amerikan donanması, topuysa,

vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

ben vatan hainiyim.”

∗∗∗

Cezaevine mektupla başladık Nâzım Hikmet’e geldik. Nâzım cezaevinden en çok mektup yazanlar arasında her halde ilk sırada gelir. Eşine, çocuklarına, arkadaşlarına dur durak bilmeden mektuplar yazmıştı.

Türkiye Cumhuriyeti 100. yaşını kutluyor. Hâlâ gün yüzüne çıkamamışsak kabahat; bu yapının içindeki güçlü damarın bütün canlılığıyla atıyor olmasında değil mi?

Aydınlarına düşman, sanatçılarına düşman, gençlerine düşman bir mekanizma sonunda ülkeyi en gerici zihniyete teslim etti. Onlar “yenilikler” eklediler; kadınları ve çocukları da hedef haline getirdiler. Bu yüzden yarı açık bir hapishane halinde yaşıyoruz. Bu yüzden basit bir eylem hâlâ çok değerli bir görev olarak hayatımızın orta yerinde duruyor:

- Cezaevine mektup yazmak!