Gündemi hızla değişen bu ülkede her hafta konuşulan/konuşulacak birçok konu var

Haftanın Dileği

Siyasetin gerçekliği

Sınırlanma demek

Gelin hayaller kurup,

sonra da peşine düşelim.

Gündemi hızla değişen bu ülkede her hafta konuşulan/konuşulacak birçok konu var. Bu hafta da CHP Kurultayı ve blok ya da çarşaf liste tartışmaları, BDP’nin Kürtçe’yi ikinci dil olarak kullanıma sokma istemi, Has Parti’nin İslam’da “sol” kanat olmaya talip olması, Balyoz Davası’nda hakim değişikliği, ODTÜ’deki öğrenci olayları, ÇEV başkanı için tutuklama kararı, yeni silah tasarısı, benzin fiyatları, cari açığın ulaştığı büyüklük gibi birçok konu söz konusu.

Hepsi önemli ve konuşulmaya değer. Ama gündemi takip etmeye çalışmanın sakıncaları da var. Birincisi oluşturulan gündeme tabi olmak ve kendini sınırlamak gibi bir durum ortaya çıkıyor. İkincisi de, gündem yalnız konu açısından değil, içerik ve dil açısından da yazanı ve yazılanları sınırladığından merkez güçlerin “mış” oyununa katılmış olunuyor. Ki, daha vahim olan da burası.

Bu nedenle bugün gündemde olan bir konuda “realitenin” sınırlılığına değinmek ve bir yerlerden  aşmaya çalışmak istiyorum.

Düşünün. CHP Kurultayı konusunda söylenmeyen bir şey kaldı mı? Sanmıyorum.  Blok ya da çarşaf listenin anlamından üç başlı CHP’ye, Baykal ve Sav’ın hesaplarından örgütün anlizine, Kılıçdaroğlu ve ekibinin konumundan CHP’de dönüşüm umut veya umutsuzluğuna kadar çok şey konuşuldu; hala konuşulmakta.

Fakat ne denirse densin-konuşanlardan biri olarak ben dahil-söylenenlerde yeni bir şey olmadığı ortada. CHP’nin yapı ve işleyişi yıllardır biliniyor ve tartışılıyor. Bunları tekrar etmekten başka, söylenecek ne kaldı? Tabii söylenenlerin dikkate alınmaması sürekli olarak yinelenmesi gereğini doğuruyor diye düşünebiliriz. İyi de böyle sürekli kendini tekrar etmek ve iç dökmekle avutulmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok mu?

Deneyelim bir.

Örneğin partiler bu toplumu temsil etme iddiasında; en azından topluma yakın olma görüntüsü verme çabasında oldukları açık. İyi de, oligarşik siyasal yapı bu kadar ortadayken, hangi yakınlık? Oy isterken kurulan kürsülerle mi, evlere, iş yerlerine yapılan ziyaretlerle mi yakınlık kurulacak? Geçiniz.

Öyleyse soralım. Partilerde var olmak, neden ille üye olmaya  ve o parti için çalışmaya bağlansın? Örgütler böyle kurulur, böyle çalışır diyemeyiz. Çünkü partiler diğer örgütlerden çok farklılar. Yaptıkları iş ve iddiaları toplumla iç içe olmayı gerektirmekte. Oysa siyasal koltukların oligarşik bir yapı içinde birinden diğerine geçtiği kapalı devre çalışan partiler, siyasetin toplumsallaşmasını engelleyen bir nitelik kazanmaktalar.

Konu uzun; örneğin böyle bakıldığında bugünkü halleriyle siyasal partilerin demokrasiyi engelleyici yanlarını konuşmak gereği de ortaya çıkmakta. Konuyu bu kadar uzatmadan, hemen parti içi örgütlenmeyi toplumla bütünleştirmek, iki yanlı geçişleri kolayaştırmak, yani akışkanlığı sağlamak gibi önlemlerden söz edebiliriz. Türkiye’de ise, tam aksi bir durum söz konusu. Partili olmak çok zaman aileden gelen, ömür boyu süren bir iş olmakta; böyle değişmeyen bir siyasetçiler grubu ortaya çıkarken aşağıdan gelen değişim hem zor hem zayıf kalmaktan kurtulamamaktadır.

Dolayısıyla, siyaset ve demokrasiden konuşmak istiyorsak, siyaset dünyasındaki bu oligarşik yapıyı kırmaktan, siyaseti birileri için hiç yapılmayan birileri için de  ömür boyu terkedilemeyen bir uğraş olmaktan çıkarmaktan konuşmalıyız.

Yani partileri oy istemek için değil, yönetmek, yönlendirmek için topluma açmak gibi bir meselemiz olmalı.

Bugüne gelirsek, partilerin delegeden yönetim organlarına, oradan milletvekili adaylıklarına kadar her kademede -belli oranlarda da olsa-doğrudan toplumun içinden gelen adaylara yer açılmasını konuşalım

Örneğin ne blok, ne çarşaf liste, fakat ”demokat listeler” den söz edelim diyorum.

Bunu söylerken CHP, ya da AKP veya MHP için bu gibi konuların tartışılması değil,  zihinlerden geçmesinin bile beklenemeyeceğini biliyorum. Ama belki Hasan Bülent Kahraman’ın tanımıyla “bağımsız, muhalif ve özgün” olması beklenen aydınlar bu “hayali öneriyi” konuşurlar.

Örneğin, belki, Giddens’ın “demokrasinin demokratikleşmesi” yolundaki görüşlerini  bir dolu konuşup yazanlar, kuramsal anlamda şık, pratik anlamda belirsiz bu tür istemleri tartışırken benim “naçiz önerim” doğrultusunda da düşünme-tartışma ihtiyacı duyarlar. Belki, Anayasa ve Siyasal Partiler Yasası’nda değişiklik istemlerini dile getirenler, siyasetin demokratikleşmesi için partilerin demokratikleşmesi ve toplumsallaşması konusunu da dikkate alma ve gereklerini konuşma ihtiyacı duyarlar.

Allah’tan ve de “aydından” umut kesilmez.

Bir başka konu da, kadının siyasetteki “traji-komik” durumu. Gerçekten temsili demokrasiyi sakatladığı aşikar bir konuda bu kadar konuşma, bu kadar taraftar varken kadının siyasetteki konumunun  yerinde saymasını ancak traji-komik bulabiliriz. Bunca lafa karşın değişmeyen durum ne kadar trajikse, kadınların oyalanmayı bu kadar kabulleri de o kadar “komik”.

Bu traji-komik durumu, ya da bu zavallı gerçekliği aşmak için de kadınların sahici bir mücadeleye girmelerinden başka yol yok. Bu konuda bir-iki sorum, sonra da naçizane bir-iki önerim var.

Örneğin seçim yaklaşıyor. Kadınlar için bu seçimlerde 550 milletvekili içinde 50 olan ( % 9) kadın milletvekili sayısını kaça yükseltmeyi hedefliyorlar? 70’e, 80’e mi; yoksa enaz 100 kadın milletvekiline ulaşmak gibi bir hedefleri mi  var? En başta Millet Meclisi’nde grubu olan AKP’li, CHP’li, MHP’li, BDP’li kadın milletvekillerine soruyorum.  Kadınlar için hedefiniz nedir; temsili demokrasinin bu sakatlığını nasıl aşmayı düşünüyorsunuz?

Tabii bu sorular tüm kadın örgütlerine ve de KADINLARA yönelik. Ama partili kadınların istemekten öte, ellerinde kullanabilecekleri silahlar var. tabii her silah gibi bunu kullanmanın da riskleri söz konusu; ama ya başka çare yoksa...

Örneğin seçimler yaklaşırken kadınlar partilerinin önüne bir öneriyle çıksalar ve deseler:

Parti yönetiminde ve milletvekili adaylıklarında kadının en az yüzde 30 temsili gibi bir düzenleme istiyoruz. Bunu yapmadığınız takdirde her kademedeki kadınlar olarak parti çalışmalarından çekileceğiz.

Tamam demezler biliyorum. Hemen nerede o “kadın” olmayı önceleyen kadınlar; nerede kadınlararası dayanışma; nerede demokrasi ve kadınlar için  mücadele ruhu; nerede kazanmak için kaybetmeyi göze almanın gerektiğini bilenler demeyin? Bir düşünün, ya deseler! Ya birlikte güç olmaktan başka bir yol olmadığını görerek hangi partide olursa olsun “eşitlik” bayrağını açsalar! Bu kararlı tavrın ve öne sürülen silahın bomba gibi bir etkisi olmaz mı dersiniz?

Bir de şöyle düşünün. Bunları diyemeyecek, yapamayacak olduktan sonra, kadının dünyayı daha iyiye doğru dönüştüreceği hayalini nasıl koruyacağız? Bu ülkedeki kadınlar da bunu bize ve insanlığa borçlu değiller mi?