CHP’nin son sınavı

İktidarın siyaseti bütünüyle “dost-düşman ayrımı” üzerinden icra ettiği yeni Türkiye’de, hukuk da buna uygun bir şekilde “düşman hukuku” olarak işliyor, her türlü muhalif unsur “iç düşman” olarak kodlanıyor ve “Ya bizdensin ya terörist” söylemi eşliğinde düşman hukukuna göre cezalandırılıyor.

Muhalif olmayı teröristlikle eşitleyen bu zihniyet, cezalandırma mekanizmasını sessiz çoğunluğu korku ile yönetmek için kullanıyor, tam da bu nedenle en ufak aykırı bir ses dahi boğulmak, bastırılmak isteniyor. “Çocuklar ölmesin” diyen öğretmenin peşine sürek avı misali düşülmesinden tutun da, “Gazeteciler cezaevinde” diyen spikerin yandaş medya tarafından doğrudan çalıştığı kanalın sahibine “Kov bu teröristi” diye ihbar edilmesine kadar, mekanizma böyle işliyor.

En basit gerçeklerin dile getirilmesi dahi düşman hukukuna maruz kalmayla neticelenebiliyor, siyasetten en uzak isimler dahi kolaylıkla cadı avının bir parçası yapılıp hedef haline getirilebiliyor, en alçak perdeden eleştiriler dahi büyük bir gürültüyle karşılanıyor. Böylelikle toplumun geri kalanına benzer bir tutum almaları halinde başlarına gelecek olan gösteriliyor, yeni Türkiye’de muhalif olmanın bedelinin ne olacağı, kitlelerin zihnine korku aracılığıyla nakşediliyor.

Bunun son örneğini CHP’nin bildirisine iktidarın verdiği tepkide gördük. Ülkenin en köklü gazetesinin yazarları, Meclis’in üçüncü büyük partisinin eş başkanları, milletvekilleri ve belediye başkanları tutuklanmışken yazıldığı halde, “düşük profilli muhalefet” gereği suya sabuna dokunmaktan özenle kaçınan bu bildiri dahi, iktidar cenahında bir ayaklanma, bir isyan çağrısıymışçasına karşılandı, bir süredir adım adım inşa edilen “Dış güçlerin maşası ve terör destekçisi CHP” söylemi rejimin propaganda aygıtı aracılığıyla kitlelerin zihnine bir kez daha akıtıldı ve akabinde bir de suç duyurusu geldi.

Kişiler için geçerli olan CHP için de geçerliydi yani: Muhalefetin düşük perdeden ve alçak sesle olanına bile tahammül yoktu, bugün buna tahammül edilirse, yarın daha yüksek perdeden, daha sert bir muhalefetle karşılaşılabilirdi, dolayısıyla ön alıcı hamleler yapmak, yani “yılanın başını küçükken ezmek” gerekiyordu ki başkanlığa giden Türkiye’de hiçbir aykırı ses çıkmasın, bu gidişata kimse karşı duramasın.

Peki bu tarz bir muhalefetle, Salı günkü grup konuşmalarına sıkışmış, vekillerin öfkelerini sıradan vatandaştan farksız bir şekilde ve çaresizce sosyal medyada dile getirmekten başka bir şey yapmadıkları, sanki hâlâ bir anayasa, bir Meclis, bir hukuk varmış gibi icra edilen, net bir durum tespiti yapılmayan ve gidişatın adının açık seçik bir şekilde konmadığı bu tarz bir muhalefetle varılabilecek bir yer var mı?

Evet mesele tam da bu, içinde bulunduğumuz durumun adı konulmadığı ve gidişatın nereye doğru olduğu belirtilmediği sürece, yani ülkede “başkanlık” adı altında adım adım dinsel bir dikta rejimi inşa edildiği, net, kararlı ve güçlü bir şekilde dile getirilmediği sürece, Cumhuriyet’i kuran parti olmanın da, ana muhalefette bulunmanın da, % 25 oy almanın da herhangi bir anlamı bulunmuyor. Çünkü durum tespiti yapmadan o duruma uygun bir muhalif siyaset programı ortaya koymak da, bunu kitlelerle buluşturmak da mümkün olamıyor; bu olmayınca kitleler nezdinde umut inşa edilemiyor, kitleler nezdinde iktidar alternatifi haline gelinemiyor.

Bu noktada “CHP’ye oy vermeyen biri olarak CHP eleştirisi yapmanın nasıl bir anlamı olabilir?” ya da “Bir sosyalist olarak CHP gibi bir düzen partisinden ne bekliyor olabilirsin?” tarzı sorular sorulabilir. Oysa içinde bulunduğumuz konjonktürde bu soruların bir anlamı yoktur. Toplumsal muhalefetin farklı kesimleri, oy versin ya da vermesinler, diktaya doğru gidilirken ana muhalefeti oluşturan CHP’den daha etkili bir siyaset izlemesini talep etmek, beklemek hakkına sahiptirler. Sosyalistler ise Cumhuriyet’i kuran partiye parlamenter rejimin ve Cumhuriyet’in kazanımlarının tasfiyesine daha güçlü bir şekilde direnme çağrısında bulunacaklardır elbette ve CHP’nin “düzen partisi” olması bu çağrıyı gayrimeşru kılmayacaktır.

Bu noktada sorulması gereken soru, bu talep ve çağrıların CHP nezdinde bir karşılığı bulunup bulunmadığıdır. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” diyerek parlamenter sistemin ilgasına büyük katkı yapan, Yenikapı’ya giderek sözde darbe karşıtlığı adı altında bir karşı-darbe sürecinin yürürlüğe konmasını meşrulaştıran CHP yönetimi bu sefer ne yapacaktır? Başkanlık, CHP’nin önündeki en büyük ve belki de son sınavdır, çünkü başarısız olunması halinde rejim anayasal bir statüye kavuşacak ve ne bildiğimiz anlamıyla bir Cumhuriyet, ne de bir Cumhuriyet Halk Partisi kalacaktır.