Çok değil daha üç hafta önce, 18 Ekim’de Başbakan çıktı ve aynen şöyle dedi: “Dolardan bize ne, dolsa ne olur dolmasa ne olur, biz kasaya dolana bakalım. Her şeyi getirip dolara bağlamanın anlamı yok. Çıkıyor, iniyor.” Ancak dolar dolduğunda kasanın boşaldığı biraz geç de olsa fark edilmiş olacak ki birdenbire “Dolardan bize ne” aşamasından “Vatanın için dolarını bozdur” aşamasına geçildi.

Peki hangisi daha trajikomik: 400 milyar dış borcu olan bir ülkenin başbakanının birtakım kelime oyunlarıyla “Dolardan bize ne” diyebilmesi mi, yoksa bu cümlenin halkımızda “Ekmeği dolarla mı alıyoruz sanki canım” şuursuzluğuyla yankılanması mı?

Peki hangisi “Güleriz ağlanacak halimize” dedirtecek cinsten: “Ben ekonomi bilirim, Türk Lirası bereketlidir” şeklindeki son derece bilimsel tespit eşliğinde bedava çay, çorba, saç tıraşı, hatta mezar taşı promosyonlu dolar bozdurma kampanyaları mı, yoksa siyasetçilere, işadamlarına, kalantorlara, “Önce siz şu bankalardaki döviz hesaplarınızı bir bozdurun hele” demek yerine üç beş dolar bozdurarak ekonomiyi kurtaracağını sanan necip milletimiz mi?

•••

“Fransa’da İç Savaş” adlı kitabında “Hükümdar asası olarak kılıcı kullanan imparatorluk biçimindeki devlet gücü” der Marx, “Kamu refahı vaat etmese bile, en azından ulusal şan vaat ediyor.” Bizim “parodi imparatorluk” da böyle, istihdamı artıramadıkça, toplumsal refahı yükseltemedikçe, inşaat ekonomisine ve sıcak paraya bel bağladıkça vaat edebildiği şey sözde bir ulusal şandan öteye gitmiyor, elde lümpen milliyetçiliği yükseltmekten başka araç kalmıyor.

“Bir ekonomik mucize öyküsü” olarak anlatılan son 13 yılın verilerine şöyle bir kuşbakışı bakalım hemen. Kasım 2003’ten Kasım 2016’ya kadar geçen süre içerisinde Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE), yani enflasyon yüzde 177,6 oranında artmış, halkın temel harcama kalemlerindeki alım gücü de buna bağlı olarak azalmış. Örneğin 2002’ye nazaran, aynı parayla yüzde 41 daha az beyaz peynir, yüzde 36 daha az zeytinyağı, yüzde 23 daha az dana eti, yüzde 19 daha az yumurta, yüzde 18 daha az ekmek ve yüzde 16 daha az domates alabiliyoruz artık.

Enflasyondaki bu artış her sınıfı aynı ölçüde vurmamış elbette. Düzenli ücret geliriyle geçinenlerin enflasyonu yüzde 195, nitelik gerektirmeyen işlerde çalışanlarınki yüzde 204, emeklilerinki yüzde 201 olmuş. En yoksul yüzde yirmi için hayat on üç yılda yüzde 203 oranında artarken, en zengin yüzde yirmi için bu artış yüzde 192 olmuş. Dolayısıyla enflasyon doğal olarak emekçileri, yoksulları, en alttakileri vurmuş.

Peki aynı dönemde, paradan para kazananlara, finans oligarşisine, “faiz lobisi”ne nasıl bir ödeme yapılmış? Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada verdiği rakamlara göre 1991-2002 yılları arasında devletin toplam faiz ödemeleri yaklaşık 135 milyar lira tutarındaymış, 2002-2016 yılları arasında ödenen toplam faiz ise 695 milyar liraya çıkmış. Yani “faiz lobisiyle mücadele” yalan olmuş, halktan toplanan vergiler, borç faizi adı altında mali oligarşiye aktarılmış, üretim yapmadan zengin olma üzerine kurulu ekonomi modeli ihya edilmiş.

•••

“Parodi imparatorluk” dedik az önce, niye? Çünkü 400 milyar dış borcu olan, sanayileşememiş, ekonomisi katma değer üretmeyen, ucuz ve güvencesiz emek sömürüsü üzerinde yükselen, sıcak para akımlarına, yani spekülatif yatırımlara dibine kadar bağımlı bir ekonomiyle cihan hâkimiyeti hayalleri görmenin varacağı yer olsa olsa emperyal fantezilerini ancak bir parodi olarak hayata geçirebilmekten ibaret olur da ondan. O parodinin sonunda ise bir de bakmışsın yastık altındaki paralardan, döviz bozdurma müsamerelerinden, “ekonomik darbe” safsatalarından medet umar hale gelmişsin, fantezi evrenin hakikat duvarına çarpıp darmadağın olmuş.

Türkiye toplumu bugün büyük bir yalan tarafından rehin alınmış durumda, zihni, aklı, insanlığı büyük bir yalanın esareti altında. Yedi kollu bir propaganda makinesi ezilmişliği, yoksulluğu, zayıflığı mütemadiyen manipüle ederek, birtakım fantezileri, birtakım hayalleri yedi gün yirmi dört saat yoksul halkın zihnine pompalayarak bu esareti, bu rehin alınma halini yeniden ve yeniden üretiyor. Tarikat yurtlarından kız çocuklarının yoksulluk kokan yanmış cesetlerinin çıkmasını engelleyemeyen, işçilerini beşer onar iş cinayetlerine kurban veren bir toplum cihan hâkimiyeti hayalleriyle uyutuluyor, uyuşturuluyor, “Madem öyle, önce dolar milyonerleri dolarlarını bozdursun” demeyi aklına getiremiyor, “Bir kere de siz fedakârlık yapın” diyemiyor, “Niye 400 milyar dolar borç var?” sorusunu soramıyor.

Hakikatin tedavülden kalktığı, hükmünü yitirdiği, yalanın saltanatını sürdüğü zamanlardayız. Yalan çağında bize hakikati arayan, bulan, işleyen “hakikat işçileri” olmak düşüyor; sabırlı, kararlı, umutlu hakikat işçileri…