Bu başlık, Barış Meclisi’nin 9 Ocak’ta düzenlediği basın toplantısında dile getirdiğim bir slogan

Hazır bir reçete yok                                                                                             

Ama
 
“Birlikte yaşamaksa” muradımız

“Barış içinde Çözüme”

yatırım yapmaktan

başka çaremiz de yok.

Bu başlık, Barış Meclisi’nin 9 Ocak’ta düzenlediği basın toplantısında dile getirdiğim bir slogan. Tekerleme gibi görünse de, anlamı var. Bununla, şu taraf veya bu tarafın ne dediğinden, o tarafın talepleri veya bu tarafın tepkilerinden ötede bu ülkede yaşayanlar olarak “barış ve çözüm” gibi ortak bir talepte buluşmamız gereğini gündeme getirmek istedim. Kürtler iki dilden özerk yönetime uzanan isteklerini gerçekleştirirken birlikte yaşamayı da sürdürmek İstiyorlarsa, Türkler de bu topraklarda barış ve adalete, eşitlik ve demokrasiye dayalı bir toplum ve yönetim arıyorlarsa  toplumca “barış ve çözüme” kilitlenmek durumundayız demek istemiştim.

Biliyorum,  tarafların, silahların, tehditlerin ve politik manevraların ortalığı kapladığı böylesi bir sorunda, insan ve yaşamdan, ortaklık ve uzlaşmalardan söz etmek naif kaçıyor. Her yerde farklı taraflar ve fikirler çarpışır ve herkes çoğunlukla kendi sesini dinlerken, ne  bunlar uğruna ölen, acı çeken, yokluk içinde yaşayan insanları hatırlatmanın, ne de kendi önceliklerimiz kadar ötekinin önceliklerini de dikkate almamız gereğini söylemenin fazla bir anlamı oluyor. Barışın konuşulduğu ortamlarda bile politik gerçeklikler insani gerçeklikleri geriye itebilmekte.

Oysa kendi adıma, Kürt sorunu gibi tüm toplumu ilgilendiren ve çok ağır bedeller ödediğimiz bir sorunda, barış içinde çözüm aramanın gerekliliği gibi, bu çözümün insani gerçekliklere dayalı dil ve politiklarla bulunabileceğini vurgulama gereğini de duyuyorum.  Örneğin Haziran’a uzanan bir ateşkes sürecindeyiz;  kaçırılmış fırsatlara yanmamak için bu süreci iyi değerlendirmemiz gerektiğini de biliyoruz.  Son dönemde Kürtlerin kendi taleplerini netleştirmek ve hatta bu talepler doğrultusunda tek taraflı bazı girişimlerde bulunmak yolunu seçtiklerini de görüyoruz. Siyasal iktidardan  bekledikleri açılımın oyalamaya dönüşmesi, Türklerden anlayış ve kabul beklerken dışlanma ve düşmanlıkla karşılaşmaları karşısında bazı girişimlerde bulunmalarını anlaşılır ve haklı  bulabiliriz. Ancak tüm toplum açısından önemli bir değişim anlamına gelen bu talep ve girişimlerin varlık kazanması için ya savaşmaya devam etmeleri ya da bu konuda toplumun olurunu sağlamaya yönelmelerinin gerekiyor. Başka yol da yok.

Aslında toplum olarak, ya barışın dili ve yolunu bulmaya çabalayacağız, ya da şiddetin ve savaşın türküsünü söylemeye devam edeceğiz.  Kuşkusuz bunca acının ve kinin biriktiği bu sorunda her iki taraf için de barışçıl söylem ve çözümlere gelmek hiç kolay değil. Bugüne dek kendi talepleri için kavga etmiş, savaşmış, can vermiş bir toplumda, şimdi ötekinin taleplerini dikkate almaya, bunun için  konuşmaya, müzakereye yanaşan tutum ve anlayışlar geliştirmek zor. Yine de hepimizin geleceği adına yeni bir uzlaşma noktasına doğru yola çıkmamız gerektiğini unutumayız.

Bunun için her iki tarafta basireti ve cesareti biraraya getirecek, aklı kullanırken duyguyu bir yana bırakmayacak insanlara, bunu dikkate alan bir dile ve bu yolda adımlara ihtiyaç olduğu ortada. Basiret ve cesaretin, akıl ve duygunun bugüne dek savaşmaktan başka bir şey yapmamış kişiler arasında değil başka yerlerde aranması gerektiği de, barış ve uzlaşma dilinin tek taraflı dayatmalarla değil farklı bir üslupla kurulabileceği de düşünmemiz gereken başka gerçekler. 

Örneğin bugüne balktığımızda, barış yolunda gelişecek bir dilin Öcalan ya da PKK’dan gelen veya milliyetçi cepheden yükselen söylemlerle nasıl tıkandığını görebiliyoruz.  Oysa  ateşkes sürecinin iyi değerlendirilmesinin, herşeyden önce bencillik ve ihtirasın değil, barış ve çözüme vurgu yapan dil ve söylemin öne çıkmasıyla mümkün olacağı açık. Bu dilin temelde, ne siyasal ve ideolojik, ne de şahsiyetler üzerine kurulacak bir üst perde söylemi olması doğru; aksine tüm naifliğiyle insan ve gelecekten söz eden, bunlara yatırım yapmayı önemseyen bir dil olmasında yarar var. En başta da barışın dilini çözümün diliyle buluşturmak durumundayız.

Bu anlamda bir durum değerlendirmesi son derece anlamlı. Barış Meclisi’nin basın toplantısı da bu amacı taşıyordu. Toplantı da konuşanlar, anadil konusunda yaşanan ıstıraplardan KCK davasına, iktidarın gelgitlerinden özerklik taleperinin anlamına kadar konuşulması gereken birçok sorunun altını çizdiler. Haklıydılar; unutulmaması gereken birçok acı, konuşulması gereken birçok konu vardı. Örneğin bugün anadil istemi konuşulurken, Türkçe bilmezse toplumla, Türkçe öğrendiğinde ailesi ile yabancılaşan çocukları, kendi dillerinde dertlerini anlatamayan, haklarını savunamayan insanları bilmemiz ve  konuşmamız gerektiği ortada. Yıllarca bunu görmezlikten gelen bu ülkede, asıl konuşulmasaı gereken de bunlar.

Bu nedenle Barış Meclisi ve benzeri girişimlere bugün eskisinden daha fazla ihtiyaç var. Şimdi barış içinde çözümü yalnızca bir umut olmaktan çıkarmak ve bu konudaki  toplumsal mutabakatı genişletmek gerekiyor. Bunun için barış ve çözümü de, iki tarafın kaygı ve duyarlılıklarını da birlikte düşünülmesine ihtiyaç var. Karşılıklı anlama ve empatinin gelişmesi açısından da, bu yolda girişimler gerekiyor.

Örneğin Kürtler açısından taleplerinin haklılığı kadar, bunları bu toplumun çoğunluğuyla paylaşabilme noktasına gelmek önem taşıyor. Birikte yaşamak sürdürülmek isteniyorsa, bu gerekli. Türk tarafı için de, bu ülkede barış, bu toplumda güven ve refah istiyorsa Kürtlerce ileri sürülen talepleri yok saymak, ya da reddetmek gibi bir “lüksünün” olmadığını anlamaktan başka çare yok. Hala evlatlarını yitirmeyi göze almayacaksa, Kürtleri anlamak, taleplerini konuşmak ve müzakere etmek durumunda.

Böyle düşünüldüğünde, ortak dilin bir taraf için “çözüm için barışa” vurgu yapmak yönünde, öteki taraf için de “barış için çözümü bulmak” çerçevesinde kurulabileceğini düşünmek zor olmasa gerek.

Bu çerçevede insan ve yaşam temelli bir barış, eşitlik ve adalet temelli bir toplumsal gelecek isteminin her iki tarafta karşılık bulma olasılığının yüksek olduğu da yadsıyamayız.

Öyleyse bugün, yalnız siyaset dünyası ve siyasetçilerden değil, medya, iş dünyası, işçi sendikaları ve sivil toplumdan gelecek ve barış içinde birlikte yaşamaya yönelik çaba ve yatırımlar beklediğimiz, “barışa ve barış içinde çözüme” yatırım yapmamız gereken noktadayız. Özetle demek istediğim bu.