Kafka “Dava”yı yazarken Türkiye’nin halini biliyordu. Yazar bilir. Nerden diye sormayın, işi budur, sezer ve ortaya çıplak gerçeği koyar, çekilir kenara. Bugün dünyanın türlü yerlerinde mahkemeler kuruluyor, yargılamalar yapılıyor, türlü davalarda insanlar yargıç karşısına çıkıyor. Esasen kimin yargıç, kimin sanık olduğu belirsiz bir çağı yaşıyoruz. Herkesin bir davası olması gerek elbet, yaşadığını fark etmesi için.

Siyasi davaların etik ölçüsü olmaz. Savaş aygıtı olarak kullanılır. Hukuk dediğiniz iktidarın emrine girince gülünç hale düşer çoğunlukla. İnsanlığın ortak tarihinden süzülüp gelen ve uğruna büyük kavga verilmiş haklar bir kenara itilir; onur, şeref, namus, haysiyet türü kavramlar içi boş hale gelir. Esasen bir laf vardır da, söylesem ayıp… Bazı durumların davası olmaz…

Bir de “Dava Adamı” kavramı vardır. Birini yüceltmek için söylenir. İlkeli, ödünsüz, kavgacı kimse için övgü olarak dile gelir. Elbette insanlığa hizmet için savaş vermek, inandığın değerler uğruna göğsünü siper etmek erdemdir. Fakat bu “Dava Adamı” tarifi pazara düşünce, üzerine basıp geçen çok oluyor. “Kefenimizi giydik, öyle çıktık sokağa” demekle, gözünü kırpmadan, haysiyetli biçimde ölüme giden şerefli inanlarla alay etmiş oluyor güdük siyasiler.

“Dava” romanı, bürokrasi karşısında nasıl kimsesiz, küçük ve çaresiz kaldığımızı, sarsıcı bir ironiyle dile getiriyor. Esasen savcı, hakim, avukat, sanık her biri bu çarkın içinde öğütülüyor ve önce acı görünen, giderek gülünç bir hal alıyor. Sarayını yaptığınız adalethaneler, her gün rezalethanelere dönüşüyor. Kantarın topuzunu çoğu zaman sarhoş bir şımarıklıkla kaçırmış olan muktedirler içinse, buralarda olan bitenin bir önemi yok elbet. Oysa garip bir denklem bu, er ya da geç dönüp, bu kurguyu yapanı vuruyor. Herkesin bir davası olacak ya, öyle ya da böyle…

İki dava tarifi yaptık. Biri kişinin içinde boğulduğu, güçlünün eliyle kurulan kurallar için işleyen çarkın ürettiği davalar; diğeri, insanlığın onuru için verilen kavganın, yani etik değerlerin davası. Biri kendi için “ben dava adamıyım” dediği vakit, hangi ‘dava?’ diye sorma hakkımız var elbette. Mesela “Eşit bir dünya için mi sokağa çıktınız da başınıza bir iş geldi?” diye sormak hakkımız. Yoksa davanız ulufe dağıtmak, önüne gelene diz çöktürmek, rüşvetle, rant paylaşımıyla yandaş yaratmaksa, ki buna da ‘dava’ diyebilir kimileri, buradan kahraman olarak çıkamazsınız. An gelir, makyaj dökülür.

İşçinin davasını değerli/kutsal saymamızın nedeni çok yalındır. Bedenini siper ederek, canından can vererek, yaşamak adına direndiği için bu yolda dönüş olmaz. Ailesine, başka hiçbir dayanağı olmadan, ekmek götürmek için bir kavganın içindedir. Hakkını almak ister. Doğuştan gelen, insan olmaktan kaynaklı haktan söz ediyorum. Yani insanlık kavgasının soylu “dava”sıdır bu. Patronsa; avukatlarıyla, düzen bekçisi savcısı, yargıcıyla “dava” açar. Evet, kapitalizmde kuvvetler ayrılığı yoktur. Dolayısıyla her davanın sonucu baştan bellidir. Kimi zaman vicdanlı kimselerin çıkıp, bu dengeyi bozması sonucu değiştirmez. Hatta kimi zaman düzen öyle ister.

Dün iki meczup, dava adamı saydıkları biri için göğüslerini siper edeceklerini söylemişler. Hukuk devletinde: Evlerindeki silahlardan, mermilerden, velhasıl bir tür iç savaş çıkarmaktan dem vurmuşlar. Ne de olsa delikanlılık çağında racon kesmek, hukuk yerine geçiyor. Bir kere kural şudur; kabadayı adam, böyle binlerce polisin, askerin, korumanın ardına saklanıp sallamaz.
Üstelik delikanlılık diye ortaya çıkıldığında güçsüzün yanında durmak gerekir. Mesela, bu meczuplar, biraz popoları sıkıyorsa, gitsinler işçinin yanında dursunlar… Ekmek kavgası veren, masum, hırsız olmayan, yalan söylemeyen insanların yanında… Bu pozlar, bu afra tafra, hep işi sulandırmak için, hakikat ortaya çıkmasın diyedir. Hukuk ancak böyle gölgelenir…

Bugünlerde bana davalar açılıyor yine. Hukuk iktidarın bir aygıtı olduğu için gülümseyerek okuyorum metinleri. Denge şu: Yandaşlar ekrandan dileğince küfür edecek, saldıracak, yalan söyleyip iftira atacaklar, biz susacağız. Eğer tek çıt çıkarırsak, tepemize binecekler. Mertlik düellodan geçer, pusu kültürü geleneğinden gelen bunu anlamaz. Buyurun dava konularını ekranda tartışalım. Mesela “Kabataş Yalanı” iyi bir konu…

“Hukuk Felsefesi” hepimizim hassasiyetle üzerinde durmamız, öğrenmemiz gereken bir bilim. Hukukçuluk: Yetkinlik, görgü, kültür, vicdan ister. Bizim memlekette zor bulunur, biliyorum, böylesi hukuk insanları. Ama var az bile olsa.

Hoş Berkin’in katilini soranın ceza gördüğü, katilin korunduğu bir ülkede, hangi adalettir dağıtılan?
Her birimizin bir davası olacak elbet.

Büyük insanlık davası peşinde koşanlar mutlaka kazanacak, bu böyle biline!