“Dün şöyle demişlerdi ama bugün böyle diyorlar”, “Dün şunu yapmışlardı ama bugün bunu yapıyorlar.” Rejimin tutarsızlıkları ve çelişkileri üzerine inşa edilmiş bu söylemin siyaseten herhangi bir karşılığı var mı acaba?

İşte dün “terör devleti” dedikleri İsrail’le bugün anlaşmış durumdalar ve üstelik Gazze ablukası da oracıkta öylece durmaya devam ediyor. Ya da “Gerekirse yine düşürürüz” dedikleri Rus uçağı için bugün özür mektubu yolluyor ve tazminat ödemeyi kabul ediyorlar. Dün perdeden dikilmiş kefenlerle sokağa saldıkları Rabiacılardan bugün eser yok, çünkü yakında Mısır’la da barışmayı planlıyorlar. Dün “Gereken bütün karşılık verilecek” dedikleri soykırım yasasının ardından müsteşarının girmesini yasakladıkları İncirlik’e bugün Almanya Savunma Bakanı gelebiliyor.

AKP tabanının çekirdek kısmını oluşturan, dünyaya İslamcılık perspektifinden bakan ve siyasetle yakından ilgilenenler için tüm bu çelişkilerin bir anlamı olabilir, buradan bir “isyan” çıkabilirdi ama çıkmaz. Çünkü bu çekirdek kısmın neredeyse tamamı, ülkenin şirket gibi yönetilmesinden ortaya çıkan kâr ve ranta çeşitli mekanizmalar aracılığıyla ortak. Kimisinin gazetede köşesi var, kimisinin dergisine reklam veriliyor, kimisi eşini dostunu işe sokuyor, kimisi arazi kapatıyor, bina dikiyor vs.

Geriye kalan kitlenin siyasetle ilişkisi ise “Ortalığı çok karıştırdılar, yine AKP’ye vereceğim” deyip birkaç senede bir sandığa gidip oy vermekten ibaret. Yani tabanı oluşturan milyonlar siyasete “Biz bu işlerden anlamayız” diye bakan, yakından takip etmeyen, tutarsızlıkları ve çelişkileri tespit etme yeteneğinden yoksun, böyle bir tespite yaklaştığında ise “Vardır bir bildikleri” diye geçiştirmeyi tercih eden bir toplamı oluşturuyor. Onlar da kömür, gıda, çocuk yardımı gibi “sadaka devleti” mekanizmalarıyla rejime bağlanmış durumda ve meseleye “Giderlerse bunları da alamayız” diye bakıyorlar.

Dolayısıyla rejim, tutarsızlıklarının ve çelişkilerinin hesabını vermek zorunda değil; hesap sorma ihtimali olanlar çıkar ilişkilerine tabi; geriye kalanlar ise gündelik geçim dünyasında, kredi borçlarını, çocuğun okul taksitlerini, ev kirasını vs. ödemekle, ay sonunu getirmeye çalışmakla meşgul. Mavi Marmara, Sisi, Rus uçağı, Suriye bu anlamda onları ilgilendirmiyor, umurlarında değil.

Peki durum böyleyse ne yapmak gerekiyor, eğer karşımızda varlığının rejimin varlığına bağlı olduğuna inandırılmış, gündelik çıkarları ile rejimin çıkarları arasında mutlak bir bağlantı kuran ve ona göre hareket eden milyonlar varsa, “Dükkânı kapatıp gitmek”, mücadeleden vaz geçmek mi gerekli?

Umutsuzluğun ve karamsarlığın yükseldiği şimdiki gibi zamanlarda bu soruya “evet” diyenlerin sayısı artma eğiliminde olur, bir nihilizm dalgası ortalığı kaplar, “Bu halktan bir halt olmaz” serzenişleri havalarda uçuşur. Tüm bunlar elbette ki anlaşılabilir insani tepkilerdir, ama siyaseten bir şey ifade etmezler. Siyaset uzun vadeli bir iştir, hele hele dünyadaki en temel çelişkiyi çözmeyi amaçlayan bizlerin siyaseti insanlık tarihiyle özdeştir, galibiyetler ve yenilgiler de, umut ve umutsuzluk da, iyimserlik ve karamsarlık da bu tarihin bir parçasıdır. Dalgaların geri çekildiği dönemler de olmuştur, denizlerin yükseldiği karaları dövdüğü fırtına günleri de.
Bu nedenle, sınıf mücadelesinin aynı zamanda semboller, kavramlar, söylemler üzerine verilen bir mücadele olduğunu ve dalgaların geri çekildiği dönemlerde dahi bunlar üzerine verilecek kavganın asla boşlanmaması gerektiğini unutmamak gerekir. Bu bağlamda, İslamcılığın “Filistin davası”nın tutarının alınan tazminat kadar, yani 20 milyon dolar olduğunu da, Gazze’ye ablukanın hiçbir şekilde kaldırılmadığını da, yapılan anlaşmanın bir “terör devleti”yle yapıldığını da, “Diz çöktürdük” manşetlerinin bir palavra olduğunu da bağıra çağıra ve bıkıp usanmadan anlatmaya devam etmek gerekir. Aynı şekilde, düne kadar “Tezek yakarız” hamasetinden beslenenlerin bugün Antalya’daki boş otelleri ya da elde kalan sebze meyveyi gördüklerinde “Bu özür de iyi oldu aslında” demelerinin üzerine gidilmesi, teşhir edilmesi şarttır, gereklidir.

Tüm bunlar bugün bir işe yaramıyor gibi görünebilir, ama toplumun bilinçaltında bir yerlerde birikmeye devam eder ve yeri ve zamanı geldiğinde bilince çıkar, başka sorunlarla birleştiğinde toplumsal öfkenin asli bileşeni haline gelir, “Yalan söylüyorsunuz” ithamı güçlü bir silah haline dönüşür. Bu nedenle de, halkın gündelik hayatına temas etmekle “büyük siyaset” arasındaki bağlantıyı sağlayacak köprüler kurmak, örneğin imam-hatipleşmeye direnmekle dış politikadaki çöküşü, yoksullaşmayla yandaş ekonomisini bağlantılı gündemler haline getirmek bugünün esas meselesidir. Buraya yüklenmek gerekir.