Dünya değil, dünyamız güzel
Hareket Ordusu Ayastefanos’a (Yeşilköy) geldiğinde, kurmay başkanlık görevini, Berlin’den gelen Binbaşı Enver alır. Şişli üzerinden Harbiye’ye yürüyen orduya Harbiye öğrencileri de katılır ve 24 Nisan’da Taşkışla’da şiddetli çarpışmalar yaşanır
ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu
Serbestî gazetesinde İttihatçıları yeren yazılar yazan gazeteci Hasan Fehmi, 1909 Mart’ında Galata Köprüsü üzerinde vurulur. Kıvılcımı ateşleyen bu cinayetin ardından, Halide Edib (Adıvar) şunları yazar: “Evimin penceresinden cenaze alayını gördüm. Adeta o beyaz sarıklı muazzam kalabalık hareket halindeki bir papatya tarlasını hatırlatıyordu. Ortalıkta herhangi bir gürültüden daha korkunç bir sükût hâkimdi. Bana bu, irticaın başlangıcı gibi geldi.”
Türkiye’nin bugünkü teslimiyetçi sessizliği size de Halide Edib’in hissettiklerini hissettiriyor mu?
Derviş Vahdetî’nin İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti, Batıcı ıslahata karşı yayınlarını Volkan gazetesi aracılığıyla sürdüren gericilerin örgütüdür. Halide Edib, anılarında, “Belki Vahdetî sadece kara bir taassuba dayanmakla kalmıyor, aynı zamanda ecnebilere ajanlık da ediyordu. O zaman İngiltere Sefareti Başkâtibi Mr. Fitzmaurice’ten para aldığı da rivayet edilirdi” der.
Türkiye’nin bugünkü kapkara gericileri sizde de aynı şüpheleri uyandırmıyor mu?
31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) olarak anılan kalkışma sonunda devrilen İttihat ve Terakki’nin yerini, liberallerin Ahrar Fırkası alır. İttihat ve Terakki’nin son derece güçlü örgütlendiği Makedonya, yeni kabineyi tanımayı reddeder. Yaklaşık yarısı gönüllülerden oluşan Hareket Ordusu ile birlikte, Hüseyin Hüsnü Paşa (Türkiye İşçi Partisi lideri Mehmet Ali Aybar’ın büyükbabasıdır) komutasındaki Redif Fırkası (ihtiyat tümeni) kurmay başkanı Yüzbaşı Mustafa Kemal İstanbul’a gider. Halide Edib’in anlatımıyla: “Ağızdan ağıza şöyle bir rivayet dolaşıyordu: İstanbul’daki irticaı ve ayaklanmayı bastırmak için Selanik’ten bir ordu geliyormuş... Ne garip bir tarih tecellisi. Yüz yıl evvel de yine Makedonya’dan, Alemdar Mustafa Paşa kumandasında bir ordu, Üçüncü Selim’in inkılâpları aleyhine ayaklanan kuvvetleri ve isyanı bastırmak için gelmişti. Acaba tarih, başka isim ve kılıklarla daima bir tekerrürden ibaret mi diye düşündüm.”
Siz de öyle düşünmüyor musunuz?
Hareket Ordusu Ayastefanos’a (Yeşilköy) geldiğinde, kurmay başkanlık görevini, Berlin’den gelen Binbaşı Enver alır. Şişli üzerinden Harbiye’ye yürüyen orduya Harbiye öğrencileri de katılır ve 24 Nisan’da Taşkışla’da şiddetli çarpışmalar yaşanır. Hareket Ordusu kurmay kadrosu, bir bildiri yayımlayarak, bölünmez bütünlüğün ve Meşrutiyet’in ilelebet korunacağını vurgular. Bu gelenek, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki tüm askeri müdahalelerde yaşatılacak, ‘Meşrutiyet’ yerine ‘Cumhuriyet’, ‘korunmaya’ devam edecektir.
Bu kısır döngüden siz de benim kadar sıkılmadınız mı?
İttihat ve Terakki muhalifi olup Hürriyet ve İtilaf’a sempatiyle baktığı için Sinop’a, Milli Mücadele’ye karşı yazılar yazdığı için de Halep’e sürgüne gönderilen yazar Refik Halid (Karay)’ın söz konusu iki partiye ve parti ileri gelenlerine ilişkin değerlendirmeleri, süregiden kör dövüşünü şimdinin sorunu sanan miyopları da fiskeleyecek niteliktedir: “Doğrusunu ararsanız, İttihat ve Terakki medeni şekilde bir radikallik yapamadığı, işi ceberutluğa vurduğu gibi, Hürriyet ve İtilaf da, muhafazakârlığı becerememiş, gerici ve yobaz kalmıştır. Bugünün gidişatında hâlâ ikisinin de izini bulmak mümkündür.”
Refik Halid haksız mı?
İlk özgür entelektüelimiz Tevfik Fikret’tir. Hem İttihat ve Terakki hükümetine hem padişaha karşı şiirler yazmış bu büyük melankolik şairi toplumcularımız dahil kim, ne kadar anlayabildi? Onu biraz olsun kavrama zahmetine girecekseniz, Dürer’in 1514 tarihli Melancolia 1 gravürüne bakın. Serol Teber’in anlatımıyla: “Melankolik ne hastadır, ne de dış dünyaya ilgisiz. Düşünen, duyan, dünyayı anlamlandırmaya çalışan, yetenekli, bilge, erdemli bir insandır. Evrenin sonsuzluğuna karşı kendi geçiciliğini ve güçsüzlüğü duyumsar. Günlük yaşama katılıp toplumsallaşamayan, yüzü kararmış değil karartılmış insandır.”
Yannis Ritsos söylemişti: “Dünya değil, dünyamız güzeldir.” Gerici, karanlık, yobaz bezirgânların elinde karardıkça yüzümüzü de kederli gölgelerle karartan, bizi melankolik eden dünyaya, kalbimizin arka odalarında saklı tuttuğumuz dünyamızla direneceğiz. Bıktırıcı bir inatla tekerrür eden tarihe, başkaldıranların onurlu tarihiyle. Piyasa işi kitaplara, devrimci romanlarla. Manzumeye, şiirle.
Dua mı? Duayla derdimiz yok, Halikarnas Balıkçısı’nın çocuklarıyız biz: “Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma giderdi. Öğleyin Sultanahmet Camii ışık içinde olurdu. O caminin mimarisinde mi ne, ışığı çoğaltma gücü var. Orası gönül sıkıcı karanlıkları gideren bir ışıklar mucizesi, bir aydınlıklar sarayıydı.”
Yüzlerimizle birlikte o ışıklar mucizesini, aydınlıklar sarayını da karartanlar, hayatın düşmanları! Yetenekli, bilge, erdemli insanların melankolisi isyankâr bir kalkışmaya döndüğünde hiçbir Tanrı kurtaramayacak sizi! Dünyası güzel olanlar kendilerine acıyıp eziyet etmeyi bırakarak odalarından, yalnızlıklarından çıkıp örgütlendiklerinde, hiçbir Tanrı duramayacak önlerinde…
Banazlı Pir Sultan, “Kendine cevr etme âleme rahm et” derken tam da bunu söylemiyor mu?