Entelektüel sefalet

Bir ülkede çok sesliliğin ölçütü çok sayıda televizyon, gazete olmasıyla belirlenemez elbet. Adları farklı, içerikleri neredeyse aynı birçok yayın organı var bizde ve yazık ki çoğundan faydalanmamız olası değil. Bu durumu salt iktidar baskısı ve korkuyla açıklayamayız. Salt böyle olsa er ya da geç bir yerde patlama olur ve artık ortaya çıkmak için zaman kollayan düşünce doğar ve yerini bulur. Bana öyle geliyor ki içinde bulunduğumuz durumun adı entelektüel sefalettir. Yani baktığı açıya iman eden, yazdıklarından başka tek satır okumayan, kendi adını görmenin şehvetine kapılanların egemen olduğu bir düşünce ortamının açmazını yaşıyor, sığlığında debelenip duruyoruz.

Edebiyatımızın pek verimli bir dönemde olmadığını biliyoruz. Temel gerekçe piyasacılığın etkin olması olarak konabilir. Oysa dönemlerinde büyük yapıtlar veren dahi yazarların da bu türden kaygıları olduğunu biliyoruz. Halen çok satan birçok dünya yazarı var ve eserleri etkileyici ve özgün. Bu durumun ağırlıklı olarak oryantalist bir bakıştan kaynaklı olduğunu görüyorum. Yazarlar içeriksiz saray hikayelerine, polisiye soslu tarihi vakalara, içinde çıkılması ve anlaşılması güç aşk öykülerine, lezzetten uzak şehvete teslim olmuş durumdalar. Ne bireyin dünyasını felsefeyle, şiirle, yalın bir dille ve birikimli bir psikolojiyle irdeliyorlar; ne de toplumsal meseleler üstüne düşündüren, boyut katan bir yaklaşım gösterebiliyorlar. Kurmacadan uzak, öykünmeci bir edebiyat var ortalıkta. Zaten yazarları cehalete esir düşmüş bir toplumun sefaleti kaçınılmaz.

ÜNİVERSİTELER BAYAĞILIĞI ÜRETİYOR
Bir başka önemli sorun da üniversitelerden kaynaklanıyor. Pıtrak gibi biten, bir tür süpermarket zinciri gibi çoğalan, yerkürenin ortak değerlerinden uzak, ağırlıklı olarak meslek eğitimi vermeye çabalayan bu kurumlar topluma sürekli ihanet halinde. Hemen hiçbir itirazı olmayan bir üniversite ortamı olabilir mi? Oluyor işte…
Bugün dünya çevre sorunlarına farklı yaklaşımlar getiriyor ve neredeyse göçlere, birlikte yaşama kültürüne bu pencereden bakıyor. Küresel ısınmanın etkileri siyaseti derinden etkileyecek. Özellikle bu kadar insanın beslenmesi ve su önemli bir sorun. Sınıfsal farkların yanına, bir de coğrafi farklar eklenecek. Bulunduğu toprakta doymayan insanlar yaşam dürtüsüyle belki de saldırganlaşacak. Bizde bu konu hakkında fikri olan üniversite var mı? Sanmam…

Demokrasi kavramının içi boşalıyor. Meclislerin temsil kabiliyetleri sorgulanıyor. Bu vekalet düzeninin hiç de demokratik olmadığına dair söylemler var. ‘Milletin Meclisi’ efsanesi sarsılıyor. Doğrudan yönetim tartışmaları sıklaşıyor. Kamusal alan gibi kavramlar yeniden tartışılır halde. Özellikle dünyanın daha dindarlaşması endişe veriyor. Salt pazar kaygısıyla her meseleye eyvallah demenin sonu geliyor. Koca bir ülkenin eğitim politikası değişiyor, bir tek üniversite müdahil olamıyor. Birkaç cılız ses dışında kurumsal bir tepki söz konusu değil.

Büyük düşünürler çağı gerilerde kaldı belki, ama yine de insanlığın ortak geleceği için farklı filozoflar yazıyor, üretiyor, yeni yaklaşımlar getiriyor. Paylaşım açmazlarına karşı iktisatçılar arayış içinde. Bizde üniversiteler kendi yazgıları dahil her sorunu Allah’a havale etmiş durumdalar. Büyük sıfatlı, apoletli cahiller ordusu halinde üniversiteler. Hele vakıflar tam bir ticarethane. Patronların emrinde, el pençe divan proflardan, doçentlerden geçilmiyor.

MEDYA UTANMAZLIĞI
Büyük aymazlık içinde davranan medya için çok yazıldı, çizildi. Bildik tekrarlara düşmek istemem. Ancak burada sorun doğru konuyor mu, emin değilim. Yandaş, iktidar peşinde koşan bir medya olduğu malum… Gazetelerini, televizyonlarını halkla ilişkiler için kullandıran patronları da biliyoruz. Bunlara bir diyeceğim yok. Neo-Liberal çağın tanıdık yüzleri onlar. Bir yanıyla hepimiz içindeyiz bu bataklığın. Ama bir de kendi gerçeği dışında, varlığına, yaşamına ihanet eden kalemler var ki, pes…

Azınlık mensubu biri nasıl olur da salt Kemalist rejim düşmanlığı üzerinden nefret yazıları kaleme alır. Giderek demokrasiden uzaklaşıldığını nasıl görmez? Kurulacak yeni Osmanlı artığı devlet anlayışının kendi sonu olduğunu görmez. Kürt bir yazar, otoriter düzenden bunca ezilmişken hem milliyetçi, hem kindar/dindar bir iktidarı nasıl sorgulamaz? Ya da sahici bir liberal yaşam biçimini bile düşünmez mi? Yıllar yılı hukuk yazmış biri, nasıl olur da körleşir? Çoğaltabilirim.

POPÜLİZM SİYASETİNİN SONU
Tüm bunlar olurken sadece güncel meseleler hakkında üç beş söz ederek vaziyeti idare eden bir siyaset var. Oysa tüm dünyada ve tarih boyunca bir yanıyla düşünsel gelişimini sürdürür siyaset. Toplumun gereksinimlerine bakar, geleceği sezmeye çabalar, tasarılar getirir, ideolojik eksen kurmaya çalışır ve dünyanın biçimlenmesinde ön almaya çalışır siyasetçi.

Bunca çürümüşlüğün içinde nasıl çıkılır. Entelektüeli sefilleşen bir toplum ayakta kalır mı? Tartışılmaya değer doğrusu.