6 Eylül 2015 tarihinde, Dağlıca’da 16 askerin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan saldırının ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “400 vekil verseydiniz, bunlar olmazdı” ifadelerini tekrarladı. 7 Haziran’dan 1 Kasım 2015’e kadar yaşanan kanlı süreçte barış görüşmeleri bitti, ‘terör’ ve güvenlik kapsamında muhalefete yönelik büyük bir sindirme operasyonu başlatıldı, halk korku ile paralize edildi.

20 Temmuz 2015 tarihinde Urfa, Suruç Amara Kültür Merkezi’nde, ‘devlet birimlerince bilinen bombacı’ Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün istişhad eylemi sonucunda 33 kişi yaşamını yitirdi. Bir gün sonra IŞİD, Kilis’te sınırdan ateş açıp bir astsubayın ölümüne neden oldu. Ertesinde Urfa, Ceylanpınar’da ‘faili meçhul olarak kalan’ 2 polis öldürülüldü, savaşa geri dönüldü, korku yayıldı.

Kokteyl terör

33 kişinin cenazesi morgdan henüz alınıp, toprağa veriliyorken, 24 Temmuz’da devlet IŞİD avına çıktı. Fakat av PKK ve DHKP-C’ye yönelik operasyona dönüştü. Bu şekilde ‘kokteyl terör örgütü’ tanımı yapıldı ve kafalar karıştırıldı. O gün kokteylden IŞİD’in çıkarıldığına yönelik çok kanıt var. Geçmişten ve bugünden örnekleyelim. İlki Ankara katliamı. Olay günü de dahil olmak üzere 62 istihbaratın geldiği katliam engellenemedi. İki katliamcıdan biri takipte bulunan hatta, canlı bomba listesinde olan Yunus Emre Alagöz’dü. Aynı zamanda Suruç bombacısı ile kardeşti. Diğer kanıt bir önceki güne ait. IŞİD’in 15 Aralık 2017 tarihinde Suriye Deyrizor’dan temizlenmesinin üzerinden 5 ay geçtikten sonra, 700 kişinin ölümünden sorumlu bölge emiri K.E.H. İzmir’de yakalandı. Her gün muhalif, öğrenci, memur avına çıkılan Türkiye’de önemli bir IŞİD’ciye yönelik operasyon MİT ve emniyetin başarısı olarak cilalandı. Fakat bu kadar üst düzey IŞİD’cinin nasıl bunca güvenliğe rağmen sınırı aşıp İzmir’e kadar gelerek, uzun süre saklanabildiği sorusu havada kaldı. Yakın zamana kadar IŞİD’e karşı sözü edildiği gibi hoşgörü gösterilmemiş olsa, cihatçılar bu kadar kök salmaz, Türkiye’yi güvenli bir liman olarak görmez ya da “Burada yargılanmak istiyoruz” demezlerdi.

Erdoğan’ın referans verdiği yakın geçmiş

Tekrar yakın geçmişe dönerek, 7 Haziran- 1 Kasım üzerinden bugüne bakmaya devam edelim. O kanlı süreçte, İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) açıkladığı rakamlara göre üniformalı ve sivil olarak toplamda 423 kişi öldü, 1281 kişi yaralandı. 5 bin 713 kişi gözaltına alındı, 1004 kişi de tutuklandı. HDP binalarına yönelik 133, AKP’ye 8, CHP’ye 3 saldırı gerçekleşti. Art arda gelen asker cenazelerinin ardından Türkiye’nin çeşitli yerlerinde Kürt mahallelerine saldırılar oldu. Alevi yerleşim birimlerindeki yurttaşlar provake edildi. IŞİD’den azade şafak operasyonları sürerken gençler katledildi. 18 Ekim 2015’te istanbul Küçükarmutlu’daki evinde özel harekat polisleri tarafından sebepsiz yere öldürülen 24 yaşındaki Dilek Doğan onlardan biridir. Tüm bunlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “400’ü verseniz bunlar olmazdı” ifadelerinin ‘açılımı’ gibiydi.

İtiraf gibi

Başkanlık ve Parlemento seçimine 2 aydan az bir zaman kala muhalefetin yol arayışı sürüyor. Bir yandan da ana muhalefet partisi CHP ‘en uygun ve çıldırtıcı’ adayını aramaya devam ediyor. Erdoğan ise abartıldığının aksine, bunlara çok fazla ehemmiyet vermiyor. A ve B planlarını hazır bekletiyor. Hesaplarını iki formül üzerinden kurup, kamuoyu ile paylaşmakta sakınca görmüyor. 24 Haziran’daki seçimden sonra ilk ziyaretini Azerbeycan, Bakü’ye yapacağını açıklayarak, önce kafasındaki normal akışa yönelik mesaj verdi. Birkaç gün geçmeden ise konuşmasının satır arasında, açıkça 7 Haziran- 1 Kasım’da yaşananlara göndermede bulunarak tehdit etti: “İşte milletimiz, bu durumu gördüğü için ülkeyi yönetme emanetini 15 yıl aşkın süredir AKP’den başka kimseye vermiyor. Sadece 7 Haziran seçimlerinde kısa bir belirsizlik yaşandı. Bunun faturasının ağırlığını da hep birlikte gördük.” Bu sözleri, itiraf, dahası kendisi ve partisi hakkında suç duyurusudur.

Bunlara hazır mıyız?

Türkiye’nin geleceğini umut üzerinden planlamak iyi hissettiriyor. Erdoğan’ın karşısındaki bloğun büyük emek harcadığı doğru. Umutlu olmakta sakınca yok: Erdoğan seçimi kaybedecek ve demokrasinin bir gereği olarak, bir sonraki seçimlere hazırlanacak! Fakat yine de öngörülemez(!) bazı durumlar ve senaryolar üzerinden organizasyonu kuvvetlendirmekte yarar var. Oyunu Erdoğan’ın istediği gibi oynamak baştan hataydı. Topun civalı, sahanın kaygan, hakemin yandaş olduğunu bilmeyen yoktu. ‘Sadece sandığa endeksli olmayan’ uzun soluklu bir protesto ve boykotu her şeye rağmen yaygınlaştırabilmek mümkündü. Olmadı, tartışmak da hayıflanmak da anlamlı değil. Artık, ’şimdi’yi ve yakın geleceği değerlendirmekte yarar var. Sadece sandık odaklı demokrasi havasına kapılmak hüsrana yol açabilir.

Hala her şeyden önemlisi ve üzerinde en çok durulması gereken şey seçim güvenliği meselesi.

16 Nisan benzeri bir şaibe yaşanırsa bununla nasıl başa çıkılabileceği da tartışılmalı.

İlk turda kazanamayan Erdoğan ve parlementoda istediği sayıyı elde edemeyen partisinin, 2. turda başkan seçilmesi durumunda ‘yetkilerine’ dayanarak Meclisi feshetme hesaplarına karşı ise şimdiden hazırlıklı olmalı.

Ortadoğululaştırılan Türkiye’nin seçimi

Bu; bir Norveç Meclis seçimi değil hızla Ortadoğululaştırılan Türkiye’nin en önemli seçimi. AKP ve Erdoğan’ın dosyaları iktidar, 16 Nisan sonrasında yaşananlar ve artan baskı ise muhalefet açısından seçimin nasıl bir hayat memat meselesi olduğu hakında fikir verebilir. İş bu defa ciddi!

Bu yazınının siyasetten, toplumdan, insandan zerre anlamayan bir numune ve alay mevzuu olarak arşivlenmesi en büyük temennimiz.