“Nisyan” ile meşhur bir toplumsal hafızamız olduğumuzdan çoktan unutulup gitti ama üç dört yıl öncesine kadar, biraz gizem yüklenmiş ve bu yüzden de ilgi çeken, “Ergenekon’un bir numarası kim?” adlı bir tartışması vardı Türkiye siyasetinin. Peki, kimdi Ergenekon’un bir numarası, kim yönetiyordu bu her şeye gücü yeten karanlık örgütü? Elbette ki hiç kimse! Çünkü Ergenekon diye bir örgüt yoktu, hiç olmamıştı ve olmayan bir örgütün bir lideri de olamazdı.

Aradan onca zaman geçmesine ve artık her şeyin açık seçik bir şekilde görülebiliyor olması gerekmesine rağmen hâlâ bir yerlerden, “Ne demek Ergenekon diye bir örgüt yoktu, kim işledi bunca faili meçhulü?” minvalinde bir feveranının geleceğini adım gibi bildiğimden, hemen anlatayım neden Ergenekon diye bir örgüt olmadığını.

Türkiye’de bir “derin devlet” yok muydu/yok mu? Elbette ki var, hep oldu. Maraş’ta, Bahçelievler’de, 1 Mayıs 1977’de, Sivas’ta, gözaltında kayıplarda, faili meçhullerde, Hizbullah cinayetlerinde hep işbaşındaydı. Merkez karargâhının adı önceleri Seferberlik Tetkik Kurulu’ydu, sonra Özel Harp Dairesi oldu. NATO konseptine göre kurulmuştu. Gladio ya da kontrgerilla olarak biliniyordu ve amacı sol hareketleri bastırmaktı. Önemli olan “devletin bekâsı”ydı ve bunun için de her yol mubahtı. 90’lardaki kirli savaşın da önemli bir parçası oldu ve Demirel bu durumu, “Devlet bazen rutinin dışına çıkar” diye veciz bir şekilde ifade etti.

Peki acaba Ergenekon süreci, bu yapıya yönelik bir operasyon muydu ve anlı şanlı liberallerimizin iştahla iddia ettikleri üzere devlet “Bağırsaklarını temizleyip demokratikleşiyor” muydu sahiden de? Elbette ki hayır! Bunun böyle olmadığına dair sunulabilecek en büyük kanıt bizzat Ergenekon iddianamesinin kendisiydi. Yazanların bizzat kendisi, “derin devlet”in devletin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini, Ergenekon’un ise devlete sızmış bir çete olduğunu ve “derin devlet”le bir ilgisi bulunmadığını söylüyorlardı iddianamede.

Bu bağlamda –ama sadece bu bağlamda- haklıydılar da: Ergenekon davası, derin devletle hesaplaşmakla, derin devletin işlediği suçları ortaya çıkarmakla ve Türkiye’nin karanlık tarihiyle yüzleşmekle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir davaydı. Tam da bu nedenle, yani “Derin devlet eşittir Ergenekon” denklemi yanlış bir denklem olduğundan, dönemin AKP-C koalisyonunun ve destekçisi liberal kalemlerinin “hesaplaşılan derin devlet” diye sunduğu anlamda bir Ergenekon hiç olmadı, Türkiye’nin derin devleti mahkeme karşısına hiç çıkarılmadı.

Bunun dışında, hiyerarşisinin, yöneticilerinin, idari organlarının, ideolojik yayınlarının yokluğu anlamında da Ergenekon diye bir örgüt hiç olmamıştı. Bilakis, birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir sürü kişi, örneğin İlhan Selçuk’la Kemal Kerinçsiz, Türkan Saylan’la Muzaffer Ertekin, davanın inandırıcılığını artırmak için aralarına Veli Küçük ve Sedat Peker gibi isimler de dahil edilerek aynı çuvala doldurulmuş, ortaya kurgu bir örgüt çıkarılmış, bunun üzerinden de bir “demokratikleşme piyesi” sergilenmişti.

Peki Ergenekon neydi, ne işe yaramıştı? Ergenekon en özlü ifadesiyle, AKP-C koalisyonunun kendi rejimini inşa ederken “eski rejim”in devlet içi ve dışı unsurlarını tasfiye operasyonunun adıydı. Kumpas davalar, uyduruk iddianameler ve sahte delillerle, Cemaatin yargı ve emniyetteki unsurları kullanılarak gerçekleştirilmiş ve başarılı olunmuştu. Üstelik mesele sadece bu değildi, Ergenekon “derin devletle hesaplaşma” ve “demokratikleşme” adı altında rejim inşasının meşruluğunu sağlamış, hegemonya buradan kurulmuştu.

Bu nedenle, bugün iktidara başta Aydınlık çevresi olmak üzere kimi ulusalcıların verdiği aymazca ve ahlâksızca desteğe ya da askerle iktidar arasındaki Kürt sorunu eksenli uyuma bakarak yapılan, “Ergenekon AKP’yi ele geçirdi, Ergenekon yine devrede” söylemleri/iddiaları hem olgusal olarak hem de rejimin nasıl inşa edildiğini ve doğasını unutturduğu için yanlış.

Netleştirerek söyleyelim: Ergenekon diye bir örgüt olmadığından onun tarafından ele geçirilmiş bir AKP de yok; bilakis, devletleşmiş bir AKP, yani fiili bir parti-devleti rejimi var. “Ergenekon döndü” söylemi ise Cemaat ve güdümündeki kalem erbabının köpürterek üzerinden Cemaat’in hem geçmişteki hukuksuzluklarını aklamaya hem de yeni bir iktidar bloku yaratmaya çalıştığı bir balon.

Dolayısıyla olan biteni “Ergenekon döndü ve AKP’yi ele geçirdi” diye okumak son beş altı yılda olan biten hiçbir şeyi anlamamış olmak demek. Oysa Ergenekon operasyonları ile KCK operasyonlarının eşzamanlı olarak aynı güçler tarafından icra edildiğini akla getirmek ve yargılamaların aynı adliye salonlarında yapıldığını hatırlamak dahi yeterli gerçeği görmek için.