Önce bir düzeltme ya da özeleştiriyle başlayalım. Bir süre önce “Bir Mektup Arkadaşı Arıyorum” adlı bir uzun yazı yayınladım pazar ekimizde...

Önce bir düzeltme ya da özeleştiriyle başlayalım. Bir süre önce “Bir Mektup Arkadaşı Arıyorum” adlı bir uzun yazı yayınladım pazar ekimizde. Orada zaman zaman bize hapishanelerden mektuplar gelir, diye söz ettim. Bu arada ‘Kader Mahkumu’ kavramını da kullandım. Aynı yazıda bizim hapishanelerimizin büyük yazın adamlarıyla dolu olduğundan söz açtım. Elbet Sabahattin Ali, Nazım Hikmet veya Orhan Kemal kader mahkumu değil, siyasi suçlu. Ancak yazıda bu ayrımı yapmadığımı düşünen bir devrimci mahkum, beni uyarmış, “biz ne yaptığımızı, ne için kavga verdiğimizi bilerek yatıyoruz” diye yazmış. Haklıdır. Karşımdaki yanlış okumuş/anlamış diyemeyeceğime göre, ben meramımı eksik/yanlış anlatmışım.  Dört duvar arasındaki arkadaşın uyarısıyla, düzeltiyorum.

Bu günlerde F Tipi cezaevlerinde sıklıkla mektup almaya başladım. Doğrusu dertleşmek, söyleşmek, yalnızlıklarını azaltmak için yazılan metinler olsaydı bunlar, hayli sevinirdim. Ne kadar olsa mektup almak, el yazısıyla emek veren kişinin duygularını, düşüncelerini okumak zevklidir. Yazık ki böyle değil. Yüreğim ağzımda okuyorum yazılanları. Her biri ayrı bir öyküyü dillendiriyor gibi ama, işaret etikleri nokta aynı.

İŞKENCE SÜRÜYOR

Burada isimlerini ve adreslerini vermeyeceğim bir çok tutuklu/mahkum türlü yollarla, gelişen yöntemlerle baskı, dayak, tecrit uygulamalarının sürdüğünü yazıyor. Üstelik haklarını arayanların önce tehdit edildiklerini, ardından da soruşturma açılarak yeni ceza uygulamaları yaratıldığını söylüyorlar. Arama yapmak için olur olmaz saatlerde baskın yapıldığını, bu süreçte çeşitli tacizlere maruz kaldıklarını, özellikle provakasyon yapıp çatışma çıkarıldığını, müdür gardiyan işbirliğiyle hayatın çekilmez hale getirildiğini görüyoruz tüm mektuplarda. Dayak sıradan bir olaya dönmüş.

Hastaların revire ulaşma sıkıntılarından, kantinlerdeki niteliksiz ürünlerin tüketim zorunluluğundan, haberleşme olanakları zaten olmayan bu insanların ailelerinden gelen mektupların bile ‘örgütsel belge’ olarak sayıldığından söz eden örneklerle dolu mektuplar. Kimi dergi ve gazetelerin hala yasaklı olması ve devrimci isimlerin, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Nazım Hikmet gibi, fotoğraflarının duvarlarından zorla söküldüğünden söz ediyorlar. Zaten yaşamın dışına itilmiş olan bu insanların, çağdaş demokrasilerdeki ‘Suçlu Hakları’ndan faydalanamadıklarını görüyoruz. Kötü muamelenin her türlüsüne rastlıyoruz. İşkenceye ‘SIFIR TOLERANS’ diye ortaya çıkan siyasi iktidarın anlamlı hiçbir önlem almadığını anlıyoruz böylece.

İNANÇ HÜRRİYETİ

Mektuplarda dikkat çeken en önemli örnekse ‘inanç özgürlüğü’yle ilgili. Alevi inancına sahip bir grup mahkum dilekçeyle cezaevi müdürlüğüne başvuruyor. İstekleri doğal ve insan hakları çerçevesinde! İnançları gereği bir ALEVİ DEDESİ’yle görüşmek istiyorlar. Bir süre yanıt gelmiyor. Yeni bir dilekçe daha yazıyorlar. Bu kez DEDElerin din adamı sayılmadığı ve kaymakamlığın bu yönde bir görevlendirme yapamayacağı yanıtı geliyor. Eğer dilerlerse ve eğer tanıdık bir DEDE bulurlarsa, ziyaretçi olarak kendileriyle görüştürüleceği yanıtı, zorla da olsa geliyor sonunda.

Yoruma pek açık olmayan bir durumla karşı karşıyayız. Her insanın olduğu gibi, suçlu kişilerin de inançları olması mümkün ve bu bir hak! Gelgelelim, devlet bu hakkı sadece bir inanç grubu için uygun buluyor. Bir ayrımcılık daha yapıyor. Suçluları bile ayrıştırıyor.

UYGARLIK ÖLÇÜSÜ CEZAEVİ

Bir toplumun tutuklu, hükümlülerle kurduğu ilişki hem akıl becerisini, hem uygarlık düzeyini ortaya koyar. Hele ki, siyasi suçlar için bu denge daha hassastır. Geçen gün bir tv programında emekli bir general “Deniz Gezmiş’in fikirlerini şimdi ben savunuyorum” dedi.  Gezmiş ve fikirlerini ne sanıyor bilmiyorum ama, bu söylediğini bir süre önce dillendirseydi, ya hapiste ya darağacında olurdu. Hal böyle olunca hangi suç ve suçlu, sorusunu sormak hakkımız.

Herhangi bir nedenden yolu karakola düşeni suçlu sayan, hele ki, bir de cezaya çarparsa kişi selamın sabahın kesildiği bir dengeden/dengesizlikten geliyoruz. Duvarlar arasına kapatılan kişinin hakları olmadığını, bir çeşit ölü olduğunu kabul ediyor toplumun büyük kısmı. Oysa suçlusuna yapılan uygulama bir uygarlık ölçütüdür toplum için. Kaldı ki hangimiz, ne kadar suçlu/suçsuz o da pek belli değil ya, neyse…