Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

     Başlıktaki nitelemeler, oldum olası itici gelmiştir bana. Nâzım’ın dediği gibi, “Düşmanıyım asaletin / kelimelerde bile…”
     Hep usumdaydı da, değinmek için uygun zamanı kolluyordum. Ziya Adnan’ın BirGün’deki eleştirel yazısını okuyunca, “topa girmenin tam zamanıdır” diye düşündüm. Şimdi konunun “spor” boyutunu işin uzmanlarına bırakarak, ben de kendi alanımdan irdelemek istiyorum bu sözcükleri…
       Yazarımız, “Dağlarında kurşun sesleri, sahillerinde eller havaya eşliğinde Serdar Ortaç şarkılarının yankılandığı” Türkiye’de, spor yarışmalarındaki başarısızlıklarımıza hayıflanırken, “Ülke sporunun en büyük laneti, kendi kendine yaratmış olduğu masalların gerçek olduğuna inanmış olmasıdır” diyor ve “Filenin sultanları, potanın perileri, minderin kaplanları…” türünden yakıştırmaları bu masallara örnek gösteriyordu…
       Sözün burasında, bu masalları yaratanların kulüpler ve takımlar mı, yoksa medya mı olduğunu sorgulamak gerekiyor. Sözgelimi, Londra’daki Olimpiyat Oyunları’nda A Ulusal Kadın Basketbol Takımı’mız, çeyrek finale değin yükseldiği turnuvada Rusya’ya yenilince elenmiş. Ama bu sonuç, Türkiye açısından yine de “başarı” gibi gösteriliyor. Örneğin Cumhuriyet gazetesi, karşılaşmanın ertesi günü, yani 8 Ağustos 2012’de Spor sayfasına “8 sütuna” şu manşeti çekmişti:
      “Alkışlar Potanın Perileri’ne”.
       Aynı gazete, 27 Ağustos 2012 günlü sayısında, Avrupa Genç Kızlar Voleybol Şampiyonası’nda yarışan sporcularımızdan birinci sayfada “Genç Sultanlar” diye söz etmiş. Spor sayfasının manşeti ise “Avrupa Sultanları”…
      Niteleme değişmiyor: Sultanlar ve periler…
       Cumhuriyet gazetesi, ülkemizin çağdaş, aydınlık kızlarını, saltanat çağrışımı yapan sultanlara ya da doğaüstü güçleri olduğuna inanılan bilim dışı varlıklara neden benzetmeye çalışıyor? “Cumhuriyet değerleri”ne sıkı sıkıya bağlı olduğunu her fırsatta yineleyen bir gazetenin bu konularda daha özenli bir dil kullanması gerekmez mi?
       Benzer bir “peri masalı” da, şu sıralar Amerikalı bir film yıldızı üzerinden anlatılıyor. Son zamanlarda Türkiye’yi “komşu kapısı” belleyen “emperyalizmin gülen yüzü” Angelina Jolie, ikinci kez ülkemize gelip Suriyelilerin kaldığı kampları ziyaret etmiş. Bakıyorum, bütün televizyonlarda, gazetelerde hep aynı söylem, aynı cıvık niteleme: “İyilik Meleği”…
      ABD için dünya çapında halkla ilişkiler çalışması yürüten güzel oyuncunun erdemlerini anlata anlata bitiremiyor bizim ağzı açık ayran budalası sunucularımız!
       Oysa kazın ayağı başka. “Emperyalizmin reklamcısı, güzelliğin on para etmez!” diye başlık atmış BirGün.
       Aydınlık gazetesi, “Ölüm Meleği” demiş onun için ve eklemiş: “Amerikalı oyuncu Angelina Jolie, milletvekilleri ve gazetecilerin bile giremediği kamplara girdi. Libya ve Somali, Jolie’nin ziyaretlerinin ardından bombalanmıştı…”
       Ama burjuva medyası, gerçekleri perdeleyerek ille de tozpembe bir masal dünyasında yaşatmak istiyor bizi. Bir yanda “cin-peri” edebiyatı, öbür yanda “sultan” ve “melek” güzellemeleri…
       Yani… Masal masal matitas…
       Bir bakıma “Sultanlar, periler, melekler…” ülkesinde Gulliver’in cüceleri gibiyiz!
       * * *
      Fatih bile dokunmamış, size ne oluyor?
     Bugünlerde Trabzon’da, Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesi konusu tartışılıyor. AKP iktidarı iç ve dış politikada sıkıştığı zaman hep bu taktiğe başvurur. İnanç sömürüsünün AKP’ye getirisi yadsınamaz. Bildiğiniz gibi, şimdilerde Başbakan Erdoğan’ın en büyük icraatı cami açmak! “Dindar nesil” yetiştirme tasarımının önemli ayaklarından biri de “daha çok cami” politikası olmalı. Trabzon’daki cami tartışması da bu süreçten bağımsız değil…
     Melih Aşık’ın 31 Ağustos 2012 günlü Milliyet’teki köşesinde Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesi konusu işlenirken, bir yerde şöyle denmiş:
     “Trabzon Ayasofya Müzesi, İstanbul’un Latinler tarafından işgaliyle Trabzon’a kaçan ve burada bir devlet kuran Komnenos ailesinden Kral I. Manuel tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılmış. Fatih’in 1460’ta Trabzon’u almasıyla camiye çevrilmiş, 1964 yılında müzeye dönüştürülmüş.”
     Trabzon’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınış yılı, 1461’dir. Ama daha da önemli bir yanlış, yazıda eski Ayasofya Kilisesi’nin Fatih tarafından camiye dönüştürüldüğünün belirtilmiş olmasıdır.
     Bu kilise gerçekte ne zaman ve nasıl cami olmuştur? Bu soruyu, kendisi de Trabzonlu olan ve bu konuda pek çok araştırması bulunan tarihçi Veysel Usta şöyle yanıtlıyor:
     “Bilindiği gibi Osmanlı devletinin uygulamış olduğu ve adına ‘millet sistemi’ denilen yönetim biçimine göre gayrimüslim cemaatler, egemenliği elinde bulunduran Osmanlı devlet otoritesine bağlı kalmak şartıyla kendi inanç, ibadet ve dillerini kullanma serbestisine sahiptiler. Devlet yönetiminin sağlamış olduğu bu özgürlük alanı, gayrimüslim cemaatlerin kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürmelerine imkân sağladığı gibi, Osmanlı devletinin de bir imparatorluk haline gelmesini sağlamıştı. Millet sisteminin bu uygulamasına çok çeşitli örnekler verilebileceği gibi, Trabzon’a bakıldığında, yukarıda sözü edilen iki kilisenin (Ortahisar’daki Panagia Khrysokephalos Virgin ve Yeni Cuma’daki St. Eugenios kiliseleri-A.A.) camiye çevrilmesi ve artık bir Türk yönetim merkezi haline getirilen sur içindekilerin sur dışına çıkarılmasının dışında, gayrimüslimlerin yaşamlarında herhangi bir kısıtlamaya gidilmemişti. Başka bir ifadeyle, Ayasofya Kilisesi başta olmak üzere, Sümela Manastırı ve buna benzer çok sayıdaki kiliselerin faaliyetlerine dokunulmamıştı. (…) Fatih tarafından camiye dönüştürülmesi gerekli görülmeyen Ayasofya Kilisesi, fetihten yüzyılı aşkın bir süre sonra, 1572 yılında, dönemin padişahı III. Murat’ın izniyle camiye çevrilmiştir.”  (www.viratrabzon.com)
      Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi’ni bizzat Fatih’in camiye dönüştürdüğü propagandası, bugün müze olarak hizmet veren yapıyı yeniden ibadete açmak isteyenlerin halkı yanıltma çabasıdır. İyi niyetle de olsa, bu yanlış bilginin yaygınlaştırılması, dinsel gericiliğin ekmeğine yağ sürer. Bilmeden böyle bir yanlışa ortak olmayalım.
     * * *
     “Nato Dağı”
     Ekranların “gaf şampiyonu” Mehmet Ali Birand’ın gene dili sürçtü. Kanal D’nin ana haber bültenini sunarken, iki gün üst üste çam devirdi. Birinde “Beytüşşebap” diyemedi. “Beştürşey” türünden anlaşılmaz bir şey mırıldandı. Daha sonra yanlışını düzeltmeye çalıştı ama, son aylarda şehit haberleriyle gündemden düşmeyen ilçenin adını bir türlü söyleyemedi. Ertesi günkü gafı ise evlere şenlikti! Kato Dağı diyecekken dili döndü, Nato Dağı deyiverdi!
     Kanal D “anchorman”i Birand’ın ekran gaflarına alıştık. Artık hiç yadırgamıyor, hatta kızmıyoruz bile. Yalnızca gülüyoruz...
    “Güleriz ağlanacak halimize” diyerekten…