“Ali İsmail Korkmaz Vakfı”nın kuruluş müjdesini “Aykırı Sorular” programında vermiştik dostlara. Bir evladın ardından ne söylesek ailenin acısı dinmeyecekti elbet. Lakin, o genç adamın ‘neden öldürüldüğünü’ anlatmanın en etkili ve kalıcı yolu bir eser ortaya koymaktı. Pek çoğumuzun yaşam telaşı içinde aklına bile getirmediği düşkün yaşlıları, yoksun öğrencileri düşünen bir genç adamın, yaşından çok öte sevdası/hayalleri vardı: Eşit, adil bir dünya! Vakıf kurulurken bu hedef konmuş ve onca zorluğa, davalardaki adaletsiz sürece, giderek büyüyen yaraya karşın başarılmıştı bu iş. Artık “Ali İsmail Korkmaz” adına bir vakıf var ve orada sanattan, edebiyattan, yoldaşlıktan, etik değerlerden söz edecek gençler buluşuyor.

Benim açımdan işin trajikomik bir yanı var. Abi Gürkan Korkmaz’la geçen yıl yayın yaparken, “Seneye vakfı buradan kutlayacağız ve sen de yayına geleceksin, söz mü?” diye sormuştum “Aykırı Sorular”da. Aradan bir yıl geçti, vakıf kuruldu ve ben kovuldum bu süreçte. Gülünesi bir haldir bu. Ben aileyi ekranda ağırlamayı düşünürken, onlar beni Antakya’da, benim de baba ocağımda bağırlarına bastılar. Acılı bir kucaklaşma, yürekte yer eden bir kavuşmaydı...

Bu aralar ne çok Metin Altıok okumuşum. 12 Mart karanlığında Bingöl’de başarıyla ve mutlulukla öğretmenlik yapan şair için sürgün kararı çıkar. “Genç” ilçesine gidecektir. Öğrencileri hüzünlenir ve sorar: “Bu cezayı hak edecek ne yaptın ki sen hocam?” diye. Bilge şair yanıtlar: “Bazı dönemlerde ceza mükafattır, mükafatsa ceza!” der… Eğer sürgün cezası almasa, kendinden, etik değerlerinden, siyasal konumunda kuşku duyacaktır şair… Daha beter günlerdeyiz. Evlatlarını toprağa veren onca ana varken, kendimizden söz etmemiz ayıp elbet. Lakin onlara ‘dil’ olamamak, ‘ses’ verememek canımı yakıyor…

“Ali İsmail Vakfı” yaş gününe denk getirilerek kapılarını açtı. Bir ‘ölü’nün ardından yeni yaşı için toplanmanın nasıl derin bir ağırlığı olduğunu hep birlikte hissettik. Giden evlatların ardından “O ölmedi, içimizde yaşıyor” demek, gerçeği değiştirmiyor. Bunu bir de ana yüreğine anlatın. Ateş düştüğü yeri yakıyor ve o yangın hiç küllenmiyor. Evladını toprağa veren her ana, her baba hayalet gibi aramızda dolanan, soluk alsa bile çoktan ölmüş kimselerdir. Emel Anne ne için yaşar sanıyorsunuz? Elinde bir tek ‘adalet’ kalmış tutunacak, evladı geri gelmeyecekse de, hiç değilse suçlular cezasını görsün ister de, onu çok görür bu zalim, hoyrat düzen… Ölü evlatların analarını yargılar, suçluları korur… Bu hep böyle oldu, yine öyle… “Anaların gözyaşları akmasın” hamasetinden bıktık. Ağlıyor analar, üstelik gözlerinden yaş değil kan akıyor!

Antakya “Gezi Dirilişi”nin en mağdur olan kenti kuşkusuz… Üç güzel evladını toprağa verdi. Halen sokakta duyarlı olan her Antakyalı için bu yara açık ve derin. Suriye siyasetinin getirdiği gerilim ortamı, üstüne eklenen çocukların acısı, derken artan işsizlik ve yoksullaşma; barış kentini, Batı’nın gözünde sanki bir ‘savaş’ diyarıymış gibi gösterdi. Cihatçılar ilkin Antakya’da boy gösterdi. Deneyimli Antakya halkı bu oyuna gelmedi. Hiçbir zaman olmayan Özgür Suriye Ordusu, kasıtlı yerleştirilen cihatçılar tutunamadı aralarında.

Açılış gününde sahneye çeşitli çalışmalarını sergilemek için amatör, profesyonel birçok arkadaşımız ve çocuklar çıktı. “Ahmet Atakan Kütüphanesi Korosu” kurulduğunu öğrendim, duygulandım. Esasen tam da “Gezi Ruhu” denen olgunun ne anlama geldiği burada anlaşılıyor. Çocukları ölmüş aileler eline silah alıp dağa çıkmıyor. Kütüphane kuruyor, vakıf kuruyor; sevgiyle, barışla yetişecek nesiller için tohum atıyorlar. Ne dillerinde kin var, ne yüreklerinde. Elbet beddua ediyorlar ve biliyorum ki anaların ‘ahı’ tutar. 

Bir de hepimize uyarı…

Kimi davaların takipçisi olup kimine karşı ilgisiz kalıyoruz. Bu o çocuklara yapılacak en büyük haksızlıktır. Elbet bunca acılı günde herkesin olaya yetişme, her yerde bulunma olanağı yok. Ama eğer aileler unutulduklarını, ilginin azaldığını hissederse, asıl evlatları o vakit ölür. “Gezi Çocukları” öz kardeştir.

Berkin, Medeni, Ali İsmail, Ahmet, Abdocan, Mehmet, Ethem...