Bir yıl önce başladım Birgün’de yazmaya; başlangıçta daha “hafif” ve “neşeli” yazılar yazmayı istedim, fakat beceremedim


                  Atasözlerinden şaşma

                 Daha fazla büyüme ve zenginlik isteyenlere

                 Ayağınını  yorganına (yeryüzüne) göre uzat

                 Daha fazla tüketim isteyenlere

                 Biri yer, biri akar, kıyamet ondan kopar.


 

Bir yıl önce başladım Birgün’de yazmaya; başlangıçta daha “hafif” ve “neşeli” yazılar yazmayı istedim, fakat beceremedim. İlk yazı Kopenhag’daki iklim zirvesinin fiyasko ile sonuçlanması üzerineydi. 190 küsur ülke uzmanı insan eliyle yaratılmış küresel ısınma gibi temel bir felaket konusunda önlem almayı konuşacaklardı. Konuşmuşlardı konuşmasına da, ama doğru dürüst bir karar alamamışlardı. İşin doğrusu, ciddi bir karar almaları da beklenmiyordu. Böyle başlayan yazı maceramda, bazen dilimi hafifletsem de konularımı hafifletemedim. Oysa öğrencilerimden de biliyorum ki, çoğu kişi bu acı gerçeklerden kaçma peşinde.

Biliyorum ki, yaşamdan değerlere, düşüncelerden hayallere kadar hemen herşeyi “hafifleten” bir dünyada yaşıyoruz; çoğumuz da bu oyuna katılmakta. Tabii asıl mesele şunun veya bunun “boyalı” veya “yalana” dönmüş gerçeklerden öteye geçip geçmemesi değil; bu koşulların “solun” varoluş mücadelesini ilgilendirmesi.  Kendi açımdan, bugün solda yaşanan  gerilemenin sola ait yanlışlarla ilgisi olduğu kadar, günümüz dünyasının yarı yalan, yarı doğru, çoğu boyalı gerçeklerinin güç kazanmasıyla da ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bugünkü gerileme, solun eleştiri ve iddialarının, ya da önerilerinin yersiz ve anlamsızlaşmasıyla ilgili değil; aksine, itiraf etmese de blinçaltında hemen herkes bu kadar eşitsiz ve adaletsiz dünyanın hem korkutucu hem utandırıcı olduğunun farkında. Ama, ekonomik güçlerin ve sistemin avutucu söylemine kapılmak daha kolay ve kişisel çıkarlara daha uygun olduğundan, korkutucu gerçekleri hafifletmeye, ya da boyamaya hemen herkes katılmakta.

İlk yazı da ele aldığım çevre sorunu da “boyalı” konulardan biri. Evet, çevre sorunları, doğanın tahribatı, hatta aşırı tüketim uluslararası ve ulusal düzeylerde sıkça konu edilmeye devam ediyor. Uluslarası ve ulusal düzeyde bu konularda duyarlılık taşıyan bir dolu sivil toplum örgütlenmesi ve büyük, küçük bir dolu eylem var.

Ama bu yaygın örgütlenme ve yapılan eylemlerin, ortaya konulan verilerin tahribatları durdurmaya, anlayış ve politikaları değiştirmeye yetmediği de görülüyor. Çünkü sorunun kaynağı, yalnız şu veya bu hükümet, yalnız şu veya bu şirket değil: onların gerisinde daha temel bir sorumlu var; o da bugünkü  “kapitalis sistem” ve “kapitalist mantık.”

Ve sorunların temelden çözümü istendiğinde en başta bu sistem ve mantığı konuşmak gerekirken, çevreyi dert edinenler arasında bile bu basit gerçeği kabul eden ve konuşanların sınırlı kaldığı bir gerçek. Bunun başlıca nedeni de, bugünkü sistem ve mantığın,, bir yandan yeryüzü ölçeğinde yaygınlık, öte yandan yaşam biçiminden değer yargılarına, kültürden sanata uzanan bir derinlik kazanmasıyla ilgili. Toplumsallaşıp küreselleşen bu sistem ve mantık nedeniyledir ki, ekonomik sistemi var eden ve güçlendiren “çıkar mantığı” heryeri kaplamış durumda. Kapitalist sistem, bu anlamda insanın “homo economicus” olduğu iddiasını (Wallerstein buna kehanet diyor) ispatlayan bir gelişme göstermiştir demek de yanlış olmaz.

Bu konudan daha önce de söz ettim. Yine de hemen her toplumun ve hemen herkesin büyüme-zenginleşme kervanına takıldığı bu dünyada,  “kehanetin” kendini doğruladığını ve kapitalizmimin derinliğini sürekli konuşmak durumundayız diye düşünüyorum. Örneğin bu gezegen bölgesel, ulusal, etnik, dinsel, dilsel anlamda binbir parçaya bölünmüştür; ama kapitalizm bu bölünmeleri aşmış ve birkaç istisna dışında her yeri kaplamıştır. Öte yandan her yerei kaplayan yalnız ekonomik sistem değildir; küreselleşirken dayandığı çıkar/kar mantığının da hem küreselleştiği hem toplumsal sisteme dönüştüğü görülmektedir. Yani ekonomik sistem, insanın zayıf yanını kullanarak her insandan bir yandaş yaratma maharetini göstermiştir.

Kehanetin kendini doğrulaması, 6.5 milyar insanın yaşadığı yeryüzünde dünyadaki GSH’nın  % 76’sının en zengin ülkelere, yani yaklaşık 1 milyar insana ait olmasıyla da ortada. Basitleyelim; bu, bir milyar insanın dünyanın dört bir yanından gelme meyve ve sebze  bulabilmesi, buna karşın 1 milyar insanın  açlık  içinde olması, 2.5 milyar insanın da bir kaç avuç pirinç, bir kaç koçan mısırla beslenmesi demek. Bir milyar insan giydiği elbise ve ayakkabıdan kullandiği ev araçları ve cep telefonuna kadar tüketim çılgınlığı yaşarken, bunları saatte 50 cent kazanarak üreten insanların “insandan” sayılmaması demek.  Kapitalizmin bu eşitsizlik ve adaletsizlik içinde kendini var etmesi de, insanları kah haz arayışları, kah hasapçı-çıkarcı akılları, kah çaresizlikle kullanabilmesinden kaynaklanmaktadır. Kısacası, kapitalist hegemonyanın işbirlikçilerinin yalnız devletler ve şirketler değil, aynı zamanda insanlar olduğunu da unutmamakta yarar var.

Bugünse kapitalist mantık, yalnız küresel ve insani bir adaletsizliğe yol açmakla kalmıyor; onun büyüme-zenginleşme-tüketme hırsı yerzündeki yaşamı tehdit eder hale gelmiş durumda. Üretim-tüketim döngüsünü devam ettirmek için yeraltı ve yerüstü kaynakları hunharca kullanmakta; yetmiyor, nükleerden kent atıklarına kadar birçok şey toprağı denizi, havayı zehirlemekle meşgul; yetmiyor, hormonlu yiyecekler, genetiği oynanmış gıdalarla insan sağlığı hiçe sayan üetimler pompalıyor.

Bu koşullarda, bir bakıyoruz herkes çevreci; ama yaklaşan felaketin arkasındaki asıl nedenini konuşanlar sayılı. Solda da bunu merkeze alanlar çok değil. Oysa, kanımca, solun varlığı, söylemi ve politikalarının dayanacağı yer burası. İster mülkiyet, ister bölüşüm konusunu ele alsın, dayanaklarından biri adaletsizik ve eitsizlik ise, ötekisi de yeryüzünün hoyratça kullanımı olmak durumunda. Kısacası solun içine kapanacağı değil, dışarıya, dünyaya ve insanlığa açılacağı bir zamanda yaşıyoruz.

Örneğin solun çok zaman yoksullukta eşitlik istemiyle suçlandığını biliyoruz. Kapitaizm “işini bilene” büyüme ve tüketim vaat ederken, bunu da “özgürlük” kılıfına sokuyor, biliyoruz. Buna karşın solun derdi adil bölüşüm. Kapitalizmin hayranları tarafından, solun herkes için iş, refah ve güvence istemesi ise çok zaman eleştiri, hatta “alay” konusu olmakta. Oysa geldiğimiz zaman öyle gösteriyor ki, büyümenin, zenginliğin ve refahın sınırlarına dayanıyoruz. Bunu görmemek küresel bir felakat anlamına geliyor. Dolayısıyla, sürekli büyümeden söz eden kapitalizme karşı, daha mütevazi, fakat daha eşit ve adil bir dünya için bölüşümden söz eden sol, yalnız adalet açsısından değil, yeryüzünün sınırları açısından da haklı çıkmıştır. Bir anlamda solun kehaneti de kendini doğrulamıştır.

Sola da, kendi söylem ve iddialarını doğrulayan bu koşulları dikkate almak ve buralara dayanarak güçlenmenin yolunu aramak düşüyor. Sistemle işbirliği içinde olan insan çok; ama bir de sistemin “insandan” saymadığı insanlar var. Solun onlarla buluşma yollarını araması da tek çıkar yol; hem solu hem geleceği kurtarma adına.