Hafifleyen dünyada “ağır “konular başlıklı yazıyı, “sistemle işbirliği içinde olan insan çok; ama bir de sistemin “insandan” saymadığı insanlar var


                                                           Garip dünya,

                                                           Üstüne çıkmış eğlenenler

                                                           Sırtına almış ezilenler

                                                           Vah edip yakınanlar

                                                           Hikaye yazmayı bilen hokkabazlar

                                                           Bir de başka bir dünya peşine düşenler

                                                           En ağır iş de onların.                                                                    

                                                            

Hafifleyen dünyada “ağır “konular başlıklı yazıyı,  “sistemle işbirliği içinde olan insan çok; ama bir de sistemin “insandan” saymadığı insanlar var. Solun onlarla buluşma yollarını araması da tek çıkar yol; hem solu hem geleceği kurtarma adına” diye bitirmiştim. Bu konuya devam etmek istiyorum. 

Son günlerde AKP iktidarının “maharetleriyle” dolup taştı medya dünyası. Kürt sorununun çözümünde açılım derken milliyetçi söyleme doğru geri çekilişiyle başlayan eleştiriler, öğrencilere yönelik şiddet, Kars’taki “insanlık anıtına” yönelik saldırı, Kanunu ile ilgili diziyle ilgili değerlendirmeler, içki ile ilgili getirilen kısıtlamalar ve kışkırtıcı söylemler, eleştiri ve protestolara yönelik tahammülsüzlüklerle daha da genişledi.

Aslında başından buyana AKP’ye kuşkuyla bakanlar bir anlamda daha gerçekçiydiler ve  onlar için ortada şaşılacak bir durum yoktu. AKP başından beri yalnız dindar, muhafazakar ve sağ bir parti olduğundan değil, aynı zamanda parti yapılanması, dayandığı cemaatçi yapı, siyaset ve demokrasi anlayışı ile muhafazakar-demokrat olmaktan çok, otoriter-muhafazakar denilebilecek bir parti niteliğindeydi. Son olaylar da, “kendine demokrat” bir parti olarak AKP’den beklenebilecek şeylerdi.

Asıl şaşılacak olan  AKP’nin ileri bir demokrasi anlayışını temsil ettiği, buna bağlı olarak demokratikleşme yönünde bir rol oynayacağı yönündeki yakıştırmalardı.  AKP’yi, farklı bir tabandan gelmek ve kendisi, ya da temsil ettiği dünya görüşü için demokrasi istemek dışında öteki partilerden ayıran neydi? Örneğin parti yapılanması mı daha “eşit” ilişkilere dayanıyordu; parti yönetiminden seçim harcamalarına, iktidar politikalarından uygulamalarına kadar her alanda bir şeffaflık, bir hesap verme anlayışını mı temsil ediyordu?

Ya da, toplumu, toplumdaki farkılıkları dikkate alma, buralardan gelen seslere kulak verme yönünde bir siyasal anlayışı mı yansıtıyordu; örneğin AB üyesi olmaya istekli görünüdüğüne göre AB’deki yönetim anlayışının temeli olan “sosyal diyaloga” dayalı bir anlayışı mı hayata geçiriyordu; demokratikleşmenin esas olarak iktidarın ve karar gücünün toplumun çeşitli kesimleriyle “paylaşılmasını” gerektirdiğini bilerek yasaları ve kurumlarıyla böyle bir siyasal yapılanma mı vaat ediyordu?

Aslında düşününce, AKP’yi muhafazakar, fakat demokrat bir yere oturtmak  ve AKP’ye “demokratikleştirme” gibi bir misyon biçmek adına liberal kavram ve değerlerin bile epeyce “zorlandığı“anlaşılıyor. Örneğin, şu demokratikleşme diye sunulan ve 12 Eylül ile hesaplaşma anlamı kazandırılan Referandum bile, gerek yöntemi gerek içeriği ile “ben yaptım, oldu” mantığının eseriydi; ama “esas aydınlar” bu konuda bir uzlaşmaya gerek olmadığı kararını vermişlerdi. Ya da en başta içinde birçok sakatlık taşıyan seçim sistemini değişmesi gerekiyordu; ama bu sakat  sistemden çıkan sonucu “milli irade” diye tepe tepe kullanan iktidarı eleştirmek yerine “seçilmişlerin iktidarı“ olarak alkışlamayı tercih ediyorlardı. Ne liberalizm, ama!

Öyle liberaldiler ki, AKP’nin politikalarına ve anayasa değişiklik paketine kuşku ile yaklaşanları aydınlıktan afaroz etmekten bile çekinmiyorlardı. Bu rahatlık varken, iktidar da HSYK seçimlerinden YÖK uygulamalarına, Kürt meselesindeki geri adımlardan Aleviler konusundaki tutuma, Bütçe dağılımından Torba Yasa’ya, HES’ler konusundaki umursamazlıktan 2B arazilerinin yağmalanmasına kadar birçok konuda kendi bildiğini okumaya devam etmekten çekinmesine neden şaşılsın?

Şimdi iktidar yorgunluğu, ya da seçim derdiyle milliyetçiliğe kayma gibi eleştiriler (mazeret de denilebilir) karşısında ne diyelim?  Yakıştırmalar baştan yanlıştı, ama herhalde “organik aydınlar” olarak kendince bir “hesabınız” vardı desek...

İktidar “yorgun” filan değil; aksine Referandum’la kazandığı zaferin ardından kendi “gerçeğini” ortaya koymakta mahzur görmediğini düşünmekte yarar var. Gerçekten neyin yorgunluğu? İstediği yasaları çıkaramıyor, istediği kişiyi atayamıyor, istediği yatırımı yapamıyor mu ki, yoruluyor? Yoksa eleştiri ve protestonun olmadığı bir “kabul“ istediğinden mi, hırçınlaşmakta?

Bakın, iktidara yakın bir yazar AKP’nin “sürekli birilerini anlamak zorunda” bırakılmasından yakınıyor: “% 42’yi anlamak, CHP’lieri anlamak, beyaz Türkleri anlamak, MHP’lileri anlamak, BDP’lileri anlamak, Alevileri anlamak, korku ve kaygı yaşayanları anlamak...” Son zamanarda iyice açığa çıkan tahammülsüzlük gibi  bu ifadeler de, artık anlamak ve dinlemek yerine, kendisinin ve kendi doğrusunun anlaşılmasını,-bunu kabul edilme diye okumak da daha doğru olur- isteyen bir iktidar karşısında olduğumuzu göstermeye yeter sanırım. Önümüzdeki seçimlerde % 40’ları geçen oy almayı da beklediğine göre, varlığı ve başarısının itirazsız teslim edilmesini istemeye kendinde hak görüyor anlaşılan.

Tabii olan bitenler karşısında birilerine de “biz demiştik” diye, kendi öngörülerinden pay çıkarmak düşüyor ya, bunun da bir anlamı yok.  Gerçi bu yazıda ben de bunu yapıyorum; ama gelmek istediğim yer başka. Çünkü bu ülke adına kaygı duyanlar için haklı olmak yetmediği gibi, günlerce ve sütun sütün insanlık anıtını, statta ıslık gibi olayları konu etmek de kendini tatmin etmekten öteye geçmemekte.

Çünkü, bugün bazı liberallerin korktuklarının başlarına geldiğini söylemeleri AKP’ye desteğin koşullarını hatırlatmaktan fazla bir anlam taşımaz; konjonktür ciddi biçimde değişmedikçe de liberal-muhafazakar-liberal soldan oluşan “kutsal ittifakın” bozulacağı beklenemez. Asıl dönüştürücü güç, bu eşitsiz ve adaletsizlik üreten, bu liberal anlamda bile demokrasi vaat etmeyen anlayış ve politikalara karşı hem entelektüel anlamda gerçek aydınların hem de geniş anlamda “sol” diye tanımanabilecek kesimlerin güçlü bir muhalefeti ortaya koyma becerisini göstermeleriyle bulunabilir.  Bu kesimlerin de, dünya sistemiyle bütünleşen ve hem ekonomik hem siyasal gücünü bu sistemden alan AKP iktidarı ve arkasındaki kutsal ittifaka karşı “ne kadar haklıyım” demelerinin tek başına bir anlamı olmadığını, bunun siyasal karşılığını yaratmak durumunda olduklarını bilmeleri gerekiyor.  Asıl soru da, bunun nasıl yapılacağı!

Kolay değil, ama yolunun son günlerde ortalıkta dolaşan “protesto metni” gibi bir metni imzalamaktan geçmediği açık.

Aksine sol muhalefet de, geniş anlamda toplumsal muhalefet de kendilerine toplumsal-siyasal güç dengesinde bir yer aramak durumundalar. Bunun için de, en başta solun  kendi içinde farklı duyarlılıklar ve istemlerle buluşacak ve bunu siyasal bir alternatife dönüştürecek bir dönüşüm göstermesi gerekiyorsa, bu yapılmalı.

Bu konuda bazı düşüncelerim de var. Haftaya