Süleyman Demirel’le iki kez karşılaştım. Merakım beni götürdü Demirel’e. Televizyona çıkarmak istedim Demirel’i. Sorularım vardı. Çocukken evde sürekli adı geçerdi. Nedense hep kazanan tarafın önderiydi o. Ama biz kazanandan değil, yenilenden yana bir aileydik.

Demokrasi dediğin bu işte… Güçlünün yanında olanın hep kazandığı, güçsüzle yan yana duranın kaybettiği düzenin adı bu. İşçi, emekçi düşmanı olduğunu biliyordum Demirel’in. Gülüşünü, hitabetini hiç sevmezdim Süleyman Bey’in. Hatta canlı bir varlık gibi görünmezdi bana. Sanki bir tasarımdı. Bu yüzden yakından görmek fikri heyecanlandırıyordu beni. Bir de…

Solla tanışan herkesin yolu mutlaka darağacında can veren üç fidana düşer. Verdikleri kavganın masalsı yanı, o dönem dünyada esen özgürlük havasına eklenince efsane olmuştur ‘Deniz, Yusuf ve Hüseyin’. 12 Mart eskilerin deyimiyle yine ‘solları’ vurunca; 27 Mayıs’ın intikamını alma olanağı doğdu gericilere… Bildik öykü: “Üç bizden, üç onlardan” türü bir laf etmişti Demirel ve idam cezası onanırken iki elini kaldırmış, arkasına dönüp tüm Meclis grubunun aynı biçimde davrandığını görünce memnun olmuştu…

Malum kafa: kısasa kısas olacak, intikam alınacak ve gözdağı verilecekti. Tarih boyu bu değişmedi. Adalet, hak, hukuk memlekette hep yaldızlı sözcükler olarak çınladı kulaklarda. O üç gencin acısı dipdiri dururken, toplumsal bellekte yarası kanarken, gidip gözlerini görmek istiyordum Demirel’in. “Bana sağcılar cinayet işledi dedirtemezsiniz” diyen gerçeküstü o simgenin…

İlginç biri olduğu kesin. Beni kabul ettiği odada kitaplar yığılıydı. Ekrandan beni tanıyordu, hakkımda bilgi edinmişti. “Anılarınızı yazacak mısınız?” diye sordum. “Yazamam” dedi. O an sessizlik oldu aramızda. Devlet nedir, o an kavradım, yeniden. ‘Eğer konuşursam gerçeği söylemem lazım, o zaman da yer yerinden oynar’ demeye getirdi. Zeki olduğu kesin. Bir saniye olsun devlet gözüyle bakmaktan vazgeçmemiş, sanki bunun için yaratılmıştı. Kimseyi sevebileceğini sanmıyorum Demirel’in…

İkinci görüşmeye Hüsamettin Cindoruk götürdü beni. Bir söyleşi olanağı arıyordum. Kolay değildi artık ekrana çıkarmak. Cindoruk sanki komutanının karşısında gibi duruyordu. Davranışlarını ölçüp biçiyor, mümkün olduğunca az konuşuyordu. Korkuyla, saygı arası bir tutumu vardı. Sanki doğaüstü bir güçtü sahip olduğu Demirel’in.

Bir ara doktoru ve en yakın çalışma arkadaşı Aylin Hanım geldi ve bilmem kaç yılı, bilmem hangi ilçenin Adalet Partisi başkanı, bilmem kim beyin geldiğini söyledi Demirel’e. İçeri almasını istedi doktordan Süleyman Bey. Adam geldi, hemen elini öptü ‘Baba’nın ve bir tek cümle kurdu: “Bağlılığımı bildirmeye geldim efendim” dedi, gitti. Belli ki bu olağan bir durumdu, ben şaşkındım. Garip bir tarikatın içindeydim sanki…

Her iki seferde de dilediğim yanıtları bulamadım. Doğrusu istediğim soruları yöneltemedim. Ev ziyareti uygun değil. Ekran için çabaladım, olmadı. Ancak yakından görmek böylesi birini çok boyutlu düşünme olanağı sağlıyor insana. İktidar nedir, güç nedir, devletin menfaati ne anlama gelir, resmi ideoloji nasıl oluşur ve neden devlette görev alan herkes mutlaka bu kapıyı tıklatır, anladım. Ardından gözyaşı dökenlere, övgüler düzenlere bakın, hemen hepsi aynı dili konuşur. Farklı yerde olduğunu sandığınız pek çok kimse, kuruluş bu figürde buluşur.

Demirel’in geleneği; her tür yozlaşmanın, Amerikancılığın, gericiliğin, pragmatizmin örnekleriyle doludur. Yeri gelince milliyetçi, duruma göre dinci, vaziyete göre Atatürkçü, eğer şartsa uzlaşmacı, mümkünse askerci olmak mümkündür bu ideolojide. Her zaman piyasa koşulları esastır, alınteri göz ardı edilir, emekçi dövülür sövülür, devlete isyan günahtır bu anlayışta. Bugün içine düştüğümüz bataklığın kökleri çok eskilere dayanır ve Demirel bunun cisimleşmiş halidir. Tuhaftır; yoksul halk bu ‘Çoban Sülo’ tipinin peşine düşer de, kendi için canını veren fidanlar darağacına giderken gıkı çıkmaz!

“Ölünün ardından kötü konuşulmaz” denir, geleneksel bir anlayışla. Doğrudur bu. Eğer hayattayken biri, önünde secde edip, öldükten sonra atıp tutuyorsan bu utanmazlıktır. Hatta bunu daha ileri götürüp; biri güçlüyken dalkavukluk edip, iktidarını kaybedince ağzına geleni söylüyorsan, buna alçaklık denir. Bu davranış biçimini meşru kılan da Demirel geleneğidir. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı. Menderes, Bayar, Demirel, Özal, Erdoğan, Gül hepsi aynıdır… Tonları farklı piyasacı gericilik…

‘Ölüm’ yaşama dahildir. Hele tarihsel kimlikler öldü diye eleştiriden asla kurtulamaz. Ölü arkasından imam; “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorduğunda, hep bir ağızdan “Helal Olsun” demek ya kibarlıktır, ya aptallık! Yaşarken de yazdım Demirel hakkında, şimdi de yazıyorum. Fidanlar çıkmıyor aklımızdan…