Tarih bir kurmacadır. Bilimsel bir yöntem uygulasanız bile, nihayetinde bir yorum sanatıdır. Hiçbir devlet ya da ulus toptancı yargılarla iyi/kötü diye tanımlanamayacağı için, tarihçinin vicdanı, algısı, felsefesi ve terazisi önemli hale gelir. Aynı olay için, öyle kaynakları alt alta dizer, öyle bir sonuç çıkarırsınız ki tarihi temize çeker, yalancı bir mutluluk yaratırsınız. Tersi de olasıdır. Seçtiğiniz kaynaklar bir halkı mahkum etmeye yeter de, artar bile!
Ahmet Refik Altınay ünlü bir tarihçi. ‘İki Komita İki Kıtal/Kafkas Yollarında’ adlı yapıtını yazarken, iki binli yıllarda, birileri için bunca önemli olacağını; karışık zihnimizi aydınlatacağını ummazdı sanırım. 1915 Tehciri’ni tartışırken devletçi bakış ya da intikamcı bir anlayış yerine, bir görgü tanığı/gezgin olarak izlenimlerini kaleme almıştır Altınay. Olasıdır ki; değerlendirme yaparken durumun tüm boyutlarını henüz bilmiyordu. Önyargıları olmayışı, milliyetçi güdüyle davranmayışı bundandır.

İTTİHAT VE TERAKKİ GERÇEĞİ
Osmanlı Saltanatı’nı ele geçiren İttihat ve Terakki denetimden uzak bir gücü kullanmanın sarhoşluğu ve savrukluğu içinde 1915’e gelmiştir. Dönemin tüm dünyada oluşan milliyetçi öğretisi, İttihatçıları da etkilemiş, toprak kaybı kaygısı, vatanı kollama dürtüsü, bir yandan zenginliği ve iktidarı kullanma saldırganlığına dönmüştür.
Altınay’ın saptamaları ilginçtir. Öznel ve siyasi değerlendirmeler olduğunu göz önünde bulundursak bile; milletin hazinesini keyfi kullanan İttihatçıların, arkalarına aldıkları büyük halk desteğini yitirdikleri, zorbalıkla ayakta kaldıklarını görmezden gelemeyiz. Talat Paşa’nın yanında şoför olarak çalışan birinin bile, nasıl hızla zenginleştiği, mevki sahibi olduğu dikkat çekicidir. (Cumhuriyetin aldığı en kötü miras budur. Adamını kollamak, zenginleştirmek ve yetenekleri ne olursa olsun, kendinden olanı ihya etme anlayışı…)
Dört yanı sarılmış, değişen dünya iklimini kavrayamamış, teknolojik yoksunluk, ideolojik zaaf içinde ki Osmanlı iktidarını ele geçiren İttihat ve Terakki, ortaya çıkış niyetini çoktan unutmuş ve nesnel değerlendirmelerden/ölçülerden uzak, hırs ve güdülerle davranan, zorba bir yönetim olmuştur. Bu gerçeği yalınlıkla ortaya koymaksızın tehciri kavramak olanaklı değildir. Döneme bu veriler ve derinleşen milliyetçilik olgusu damga vurur.

SUİKASTLER İDEOLOJİSİ
İttihatçıların önderi Talat Paşa’nun iktidar sarhoşluğu 1908’de edinilen özgürlük ortamının getirdiği eleştirel bakış geleneğine de tahammül etmesini engeller. Yurtsever yazarlar, sesi yüksek çıkan aydınlar faili-meçhul cinayetlere kurban edilmişlerdir. Ne zaman bir kişi öldürülecekse, devlet karar alır, bölgedeki polis haberdar edilir ve uygulamaya geçilir, diye yazmıştır Altınay. Elbet hepimize Hrant Dink cinayetini anımsatıyor bu dizge!
Devlet adına görev yapan katiller, bunları sümen altı eden bürokratlar, gerçeği çarpıtan basın, dönemi açıklamak için yeter sanırım. Bu koşullarda giderek sıkışan İttihatçı siyaset ve kurtuluş için Almanlardan başka kimseyle işbirliği yapılamayacağını sanan öngörüden yoksun devlet adamları, aslında dış unsurların bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin de onayı ile tehcire girişmiş, büyük felaketlerin yaşanmasına neden olmuştur.

ÇERKEZ AHMET’TEN OGÜN SAMAST’A

Tehcir, Osmanlı’nın kendi vatandaşına zalim bir uygulamasıdır. O güne dek birlikte yaşayan insanları ayrıştırmış, içinde Müslüman olmayan halkı, diğerlerinden farklı kılarak, türdeş toplum yaratmanın temelinin atılmasının ilk adımıdır.
Evlerini barklarını, dostlarını yitiren insanlar, yollarda çetecilerin ellerine bırakılmış ve büyük katliam başlamıştır. Bu vahşi uygulamayı yapan katiller kimi zaman uygulamaları gizlenemez hale gelince, göstermelik olarak gözaltına alındıklarında isyan ederler. Böyle bir olay Eskişehir’de gerçekleşir. Azılı İttihatçı fedai Çerkez Ahmet yine bir katliamın ardından kolluk kuvvetlerince gözaltına alınır. Öfkesi büyüktür.
“…Ben bu vatana hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve çevresini Kâbe toprağına çevirdim. Bugün orada tek bir Ermeni’ye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim, sonra o Talat gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler, beni böyle muhafaza altında getirtsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor.”
Aradan neredeyse yüzyıla yakın bir süre geçmek üzereyken, bu yaklaşım ve söylemin hâlâ egemen olması, dönüp dolaşıp, kendini devlet yerine koyan ya da devlet tarafından görevlendirildiği için devlet gibi davranan bu adamların bolluğu şaşırtıcı değil mi?
İçinde bulunduğumuz toplumsal dokunun türdeş hale getirilme çabası, belki modernleşmeye çalışan bir devletin büyük açmazı olarak ortaya konabilir ve tartışılabilir ama, devlet eliyle işlenen cinayetlerin meşru sayılmasına asla neden olmaması gerekir. Esasen diasporanın dayatmalarından ötürü değil, tersine kendi gerçeğimizle yüzleşmek için tartışmalıyız tehciri! Vatan toprağını ‘Kâbe’ toprağına çevirme savı işte bu anlayışın ürünüdür. Hâlâ bu dertte olan, uykudaki katilleri unutmayalım…

RESMÎ TEZLERİN OLUŞMASI VE BÜYÜK AÇMAZ
Yerli yerinde bir tahlil kitabı diyebileceğim, değerli hoca Taner Timur’un ‘Türkler ve Ermeniler’ çalışması, hemen başta Şevket Süreyya Aydemir’le başlar. Aydemir 1915 Tehciri’nden söz açarken, büyük bir karşılıklı imha yaşandığını ve bunun zaman zaman halklar arasında olabileceğini, söyler. Ekler; bu durum unutulmalıdır! Elbet bir soykırım yaklaşımı değildir bu ve insana dair bir yerden bakıştır. Umut verir.
Timur’un işaret ettiği gibi aynı yaklaşımı, kendi eliyle siler Şevket Süreyya Aydemir. Bu karşılıklı kırımın gerekçesini, dünyayı doğru kavrayamayan ve düşmanla işbirlikçilik yapan Ermenilerin sorumlu ve suçlu olduğunu, söyler. İşte temel sorun da budur.
Kuşkusuz siyasetin işleyişi, hele bir de haritalar değişiyor ve sömürgeci anlayış bir yılan gibi kimi toplumlara sızıyorsa, akıl şaşması yaratabilir. Kimi Ermeniler’ in fırsatçı davrandığı, çatışmaları körüklediği doğru ve haklı olabilir. Ancak bu durum bir devletin, devlet olma vasfını yitirmesine gerekçe olamaz.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, bu kara dönemi unutmak istemiş, neredeyse 1915’i yok saymıştır. Oysa Aydemir’in anlayışı geliştirilse, bu sorun geçen yüzyılın ortalarına doğru sağlıklı biçimde tartışılabilir ve devletler arasında sorun olmaktan çıkabilirdi.
Ermeni tarihçiler Basmacıyan, Hovanisyan tehcir sürecinden söz ederken, neredeyse Ahmet Refik’le ortaklaşmış “kırım” ifadesini kullanmışlardır. Eğer yeni devlet, inkâr siyaseti yerine, zemin uygunken bu tartışmada/olayda sağlıklı bir saf tutabilmiş olsaydı; resmi öğreti, baskıcı ve iç kamuoyuna yönelik şekillenmeseydi, çoktan bu yüzleşme sağlanabilir ve daha özgür bir toplum yaratılabilirdi.

YALNIZLIĞA MAHKÛM LEWİS
Devletin resmî savının hiçbir tartışmaya olanak sağlamayışı, ‘Soykırım’ tezlerine karşı çıkan tarihçileri de güç durumda bırakmıştır. Bernard Lewis söz konusu  sürecin ‘soykırım’ olarak adlandırılamayacağını ortaya koymuş;
Ermenilerin, Yahudilere uygulandığı türden bir kampanyayla karşılaşmadıklarını,
Tehcirin büyük ölçekli olsa da, İstanbul ve İzmir’de asla gerçekleşmediğini, (Hatta Tehcir  sırasında “Hallaçyan Efendi Ada’daki köşkünde İttihatçılara ziyafet çekiyor, Ermeni mebuslar Meclis-i Mebusan’da Talat’lara ve avanesine dalkavukluk etmeye devam ediyorlar” diye yazmıştır, Ahmet Refik.)
Türk eylemlerinin aşırılıkları olsa da, hepten nedensiz olmadığını, Tehcirin bir yöntem olarak Osmanlı’da hep kullanıldığını, Osmanlı’nın Ermenileri hepten yok etmek isteyen bir tezi olduğuna yönelik, somut bir delil olmadığını, söylemiştir.
Ancak devletin inkârcı tavrı, B.Lewis’i rahatsız etmiş, Türkiye’nin durduğu noktayla, kendi arasına net bir çizgi koymuştur. Unutmamak gerekir ki; Lewis, bu yaklaşımından ötürü Fransız mahkemelerinde yargılanmış ve hüküm giymiştir.  Tarihi bir sorunu/olayı, bir bilim adamının elinden alıp, yargıya taşıyan anlayış, nasıl bir garabettir, o da ayrı bir tartışmadır!
Ancak bizim aklımızda kalan, bu soruna başka yerden ve gerçekçi bakmaya çalışan tarihçileri bile yalnız bırakan katı bir devlet anlayışıyla bugünlere gelindiğidir!

SİYASALLAŞAN ACI
Türkiye daldığı uykudan Asala’ nın vahşi saldırılarıyla uyanmıştır. Esasen İttihatçı önderlerin ecelleriyle değil, birer katil eliyle ölmelerini unutmuş olmak bile, bir halkın ne denli derin bir komada olduğunu göstergesidir. Talat Paşa’nın katilinin mahkemece suçsuz bulunup salıverilmesi olayı bile, şimdilerde gündeme gelmiştir.
Tehcir sürecinde ortaya çıkan katliamların sömürgeci saldırının doğal bir sonucu olduğunu, yıllarca bir arada yaşayan iki halkın; Alman, İngiliz, Rus yönlendirmesi/kışkırtmasıyla bu noktaya geldiğini unutmamak gerekir. Pek çok Ermeni, Türk, Batılı tarihçinin bu konuda çalışmaları bulunmaktadır. Tersini savlayan ve Hitler siyasetinin örnek aldığı uygulamanın ‘Ermeni Soykırımı’ olduğunu yazanları da unutmamak gerekir.
Asıl sorun yıllarca bu konuda bilgisiz bırakılmış Türkiye halkının, birden böylesi aşağılayıcı, yıkıcı bir kavramla karşılaşması ve tür tepki vereceğini bilemeyişidir. Asala saldırılarını Kıbrıs sorununa bağlayanların yanılgıları da, ayrı öngörüsüzlüktür. Üzücü olan bu terör süreciyle samimi ve unutulması beklenemeyecek olan tehcir acısının siyasallaşmasıdır. Diaspora Ermenilerinin, bu tarihsel olayı bir zenginlik arayışı, bir siyaset aracı olarak kullanmaları olayı daha derin bir acıya, insanlık dramına taşımaktadır.

HANGİ ERMENİ SAHİCİ?
Ece Temelkuran’ın Türkiye dışındaki Ermenilerin izini sürerek oluşturduğu ‘Ağrı’nın Derinliği’ adlı kitabı bize homojen (türdeş) bir Ermeni halkı olmadığı gerçeğini belgeliyor. Fransız siyasetçi Deveciyan’ın bu tarihi acıyı nasıl siyasallaştırdığını açıklıkla görüyoruz örneğin. Ya da ABD’de yaşan genç bir Ermeni’nin Türkiye’nin mahkûm edilmesiyle nasıl bir tazminat alacağının hayali kurmasına tanıklık ediyoruz.
Kafamızda oluşan her Ermeni aynıdır algısını, her Türk aynıdırla karşılaştırarak, nasıl aptalca bir çıkarımda bulunduğumuzu hemen fark edebiliriz. Kendi yurttaşımız olan Ermenilerin, Anadolu’nun öz evlatları olduğunu nasıl kavrayamıyoruz? Ermenistan’da yaşayan yoksul halkın bize gereksinimini neden fark edemiyoruz? Bu halkın diaspora Ermenilerinin oyuncağı olduklarını, onların siyasetinin diri bir parçasına döndüklerini, nasıl göremiyoruz?
Kendi insanıyla kavgaya tutuşan, komşusuna öfkeyle bakan bir devletin huzurlu olma olanağı yoktur! Acıları yarıştırmak yerine ortaklaştırmak ve vahşi kapitalizmin oyuncağına dönen, alınır-satılır bir acı yerine birbirinin yasını tutan sahici duyguyla ilgilenmek doğru olandır.
Kişilerin devlet dürtüsüyle davranmasını kavramak, kendini bu koyu iktidara eklemlemek bireyin büyük yanılgısıdır. Evet, Anadolu onlar gittiğinden beri hüzünlü ve eksik, tıpkı diğer dostların bıraktığı büyük boşluk gibi, dolmuyor işte yerleri!

SINIRLAR ÜSTÜNE
Temelkuran’ın kitabından alıntıladığım, Fransız düşünür Baudrillard’ın, “Ermenilerinki çok özel bir durum. Bütün zamanlarını öldürüldüklerini ispatlamak için harcıyorlar. Ve bunu bugün yaşadıklarını ispatlamak için yapıyorlar” cümlesi, durumu açıklıyor sanki!
Son günlerin popüler tartışması sınır kapısı meselesine biraz da kafalardaki sınırlar üzeriden bakmak gerekmez mi? Orada ki sansür, tutsaklık aşılabilir mi? Hem Ermeni, hem Türk için?

TARİH KURMACADIR
Bogos Nubar Paşa 1924’de “Büyük Savaş’ta Türk halkı da Ermeniler kadar ağır bedel ödedi… Alman istatistiklerine göre savaş esnasında iki milyondan fazla Türk öldü” diye yazmıştı.
Bunu Doğu Anadolu’daki nüfus dengesinin bozulmadığını göstermek ve toprağından kopmuş Ermenilerin dönüşünü sağlamak için bir yol göstermek için yapmıştı.
Kimi bunu işte asıl soykırımcılar Ermeni’dir diye okuyabilir, kimi yurdunu özleyen, ailesini soyunu yanına almak isteyen bir insanın çaresiz çabası diye okuyabilir!
Kişinin hangisini seçeceği, mahluk mu, insan mı olmak istediği tercihini gösterir.