Sahici merak, özgürleşmeyi, birimizin değil hepimizin tüm potansiyelinin gerçekleştirilmesini olanaklı kılacak toplumsal hayatı amaçlar. Özgürleşmek, özümüzü de gürleştirmek demek

Hayatın gövdesine saldırmak

ONUR BEHRAMOĞLU @onurbehramoglu

Milano şehrinin altın anahtarı Elif Şafak’a verilmiş. Değil Milano şehrinin altın anahtarı, yeryüzünün tapusunu verseniz gerçeği değiştiremezsiniz: Elif Şafak vasat bir yazardır. Sabahtan akşama kadar onun gibileri öven, şairleri-yazarları ödül avcısı olmuş bir edebiyat ortamına bunu neden anlatıyorum ki şimdi? “Biz kirli sepetine atılmış temiz çamaşırlardık” gibi zırvaları altı kelimelik hikâyedir diye yayımlayıp binlerce kişiye ulaşan dergiler orada öylece dururken üstelik. Ayıplarını suratlarına çarpmak, başkaldırıya cüret edemeyenleri cesaretlendirmek için. Zira, Camus’nün bir kahramanına söylettiği gibi, muktedirin cesareti, kendilerine bakanların gözlerindedir. Gözlerinin içine bakarak haykıralım: Bize yalan söylüyorsunuz!

Ünsal Oskay yazalı otuz yılı geçti: Kuramsal yetkinliğe erişmemiş sanatçının ortaya koyduğu yapıt gerçekliğe tepkici bir yanıttır. Şarlo’nun dansı bir sanat, break dance yapan kişininki, özgün halindeyken bile, tepkimedir. Gerçek sanatsal etkinlik, gerçeklik karşısında ampirik algı düzeyinin aşılmasına yetecek bir bilinçle mümkündür.

Kuramı küçümsemeyelim. Paris Komünü, kuramsızlık nedeniyle yenilmedi mi burjuvaziye? Biz bugün kuramsızlık nedeniyle yeni bir manifesto yazamaz halde değil miyiz?

Piyasa koşulları içerisinde cilalanıp öne çıkarılan bunca hikâyeci-romancı, kullandıkları ilkel formlar ve tekniklerle zihinsel gelişimimizi dumura uğratırken neden bu kadar övülmekte, alkışlanmaktalar? Yeni hayatın yeni gerçekliği karşısında geçip gidenden değil yaklaşıp yakınlaşandan yana oldukları, daracık havsalamızı zorlayıp dimağımızı zenginleştirdikleri için mi? Sorulmamış sorularla aklımızı fikrimizi kurcaladıkları, yerleşik düşünceleri yaylım ateşine tuttukları için mi? Hayır! Uyutup uyuşturdukları, çok da matah bir şeymiş gibi kendi dipsiz kuyularına gömülüp bizi de gömdükleri, okuduğumuz hızda unutacağımız hikâyeler anlattıkları, üstelik kimi zaman çok da güzel, gönlümüze hoş gelecek tarzda anlatacak kadar becerikli oldukları için.

“Sizin alınız al, inandım / Morunuz mor, inandım / Tanrınız büyük, âmenna / Şiiriniz adamakıllı şiir / Dumanı da caba / Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız” demişti Turgut Uyar. İnandık, müthiş aşklar yaşamışsınız. Anladık, acılar, ıstıraplar, yokluklar tarihiymiş çocukluğunuz. Gördük, duyduk, öğrendik, hem duyarlı hem hergelesiniz. Ve evet, biliyoruz, yazdıklarınızla bu çağın insanının hiçbir derdine derman olmuyorsunuz, olamayacaksınız! Çünkü bizim canlılığa, hücrelerimizin en ücra köşelerinde yaşamakta direten bir şeylere, var olmak için diklenenin sesine ihtiyacımız var.

Sahici merak, özgürleşmeyi, birimizin değil hepimizin tüm potansiyelinin gerçekleştirilmesini olanaklı kılacak toplumsal hayatı amaçlar. Özgürleşmek, özümüzü de gürleştirmek demek. Tümüyle sistem karşıtı kalkışma, bürokratik diktaya dönüşmüş uygulamaları da reddeden özgürlükçü-devrimci arayış, inşa faaliyeti. “Öyleyse kendi saçımdan / tutup yükselteceğim kendimi / yeni göz gerekli çünkü bana / yepyeni bir rahmet / kısrağımı şakır şakır / döllerken” - Yeni hayatın yepyeni öznesini yaratmamız gerektiğinden söz ediyorum. Kendi hayatımı yıkıp yeniden kurarken, anlaşılmazlık duvarlarına çarpa çarpa başkaldırırken yapmak istediğim de buydu, “ben şarkı söyledim bitti terennüm / ölüsü olmayan ev yoktu / yoktu terennüm etmeyen” derken söylemek istediğim de! Ölüler evinden anılar okuyoruz sadece, eleştirel mızmızlık dinliyoruz, tennenni tenenen terennümlerini. Gür sesle şarkılar söylememiz lazım oysa, önereceğimiz yeni toplumsal ilişkilerin yepyeni insanının bugüne dek hiç söylenmemiş kendi öz şarkısını!

Bu uzun yürüyüşte Ayhan Geçgin gelip otursun yanıma: “Hikâye yoktu, çoktan zamanını doldurmuş, bitmiş, sona ermiş, bir çukurda kaybolmuştu. Bunlar ölü bir dilin artıkları, sırıtan, çok önce ölmüş ama ölmeye karşı koyan, bir gevezelik gibi kendini yenileyip duran sözcük parçaları, paçavralar, bir çuval dolusu çöp, bitmeyen uğultuydu, bir toz dumanıyla her yeri kaplayan karmaşaydı. Karmaşanın gerisinden bazı bazı henüz dil olmayan, sessiz bir şey kapalı bir ağzın içinde, dişlerin gerisindeki bir dil gibi kıpırdayıp kendini belli belirsiz duyuruyordu.”

Sesime Hüseyin Kıran ses versin: “Edebiyat işinde değilim, savaş işindeyim. Hayata saldırmak gerekir. Eldeki her şeyle; bilinçle, sanatla, küfürle, öfkeyle, çok gerekliyse silahla hayatın gövdesine saldırmak ve ondan yeni bir gövde yaratana kadar asla pes etmemek gerekir.”