Uluslararası arenada büyük umutlarla kabul edilen, “Kadınları şiddetten korumayı, aile içi şiddeti önlemeyi amaçlayan” İstanbul Sözleşmesi, 1 Ekim 2023 tarihi itibariyle 27 üye ülkeden oluşan Avrupa Birliği'nde yürürlüğe girdi.

Sözleşme için yaptığı açıklamada AB; “Kadınlar ve kız çocukları ancak şiddet korkusuyla yaşamadıkları zaman, gerçekten adil ve eşit bir Birlik içinde yaşayabilirler" dedi…

∗∗∗

Kadını ve kız çocuğunu hedef alan bir vahşet dalgası, bugün için dünyanın en önemli sorunlarından biri…

Hatta açlık korkusundan daha da tedirgin edici bir konuma dönüşmüş durumda…

AB’li yetkililerin beyanına göre “Her üç kadından biri, 15 yaşından itibaren fiziksel ya da cinsel şiddet mağduru olmakta. Pek çoğu başından geçeni yetkililere bildiremediği için failler, cezasız kalmakta.”

Ve ekliyorlar: “İstanbul Sözleşmesi, kadın ölümlerinin engellenmesi ve aile içi şiddetin önlenmesi için gerekli olan kapsamlı ve eşgüdümlü politikaların hayata geçirilmesini sağlayacak tek güvencedir...”

∗∗∗

Adı üzerinde İstanbul Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülüğü ve büyük katkısı sonrasında “kadınların geleceği ve dünya barışının güçlenmesi” adına kabul edilmiş ve sözleşme Türkiye'de, 1 Ağustos 2014 yılında yürürlüğe girmişti…

O gün Erdoğan’ın, büyük coşku ve övgüyle önderlik yaptığı ve kabul ettiği bu önemli Sözleşme, daha sonra, siyasal İslam anlayışına ters olduğu düşüncesiyle ve AKP’nin koalisyon ortağı olan tarikat ve cemaatlerin talebiyle, yine aynı Erdoğan tarafından 2021'de tek taraflı olarak feshedilmişti… 

∗∗∗

CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl’ün yaptığı araştırmaya göre, AKP iktidarında kadın cinayetleri 7 kat artmış, 2002 yılından itibaren 18 yılda Türkiye’de en az 7 bin 600 kadın öldürülmüştür...

Cumhuriyet gazetesine göre ise 2023’ün ilk 7 ayında 310 kadın yaşamını yitirmiştir…

∗∗∗

Kadını eşit olarak görmeyen, hak ve özgürlüklerinin verilmesine karşı çıkan “Ticani anlayış,” kadın cinayetlerine de aldırış etmemektedir.

Nitekim son 9 ayda “Kadına ve çocuğa” yönelik şiddet ve cinayetten yargılanan 17 faille “‘iyi hal indirimleri”’ uygulanması, iktidarın kadın ve çocuktan yana değil de suçludan ve de katilden yana olduğunun göstergesidir…

Hoş, 6 yaşında kız çocuklarıyla “evlenebilme fantezisi” olan sapkınlardan zaten böyle bir şey beklenmez…

Asıl tehlike, bu anlayışın yeni anayasa yapmaya yeltenmesidir…

∗∗∗

TİP çok önemli bir eylem başlattı. Hatay’dan Ankara’ya özgürlük yürüyüşü…

Önceki gün Yargıtay’ın Gezi sanıkları hakkında hak, hukuk ve adalete uymayan kararı toplumsal tepki yaratmıştı...

Yargıtay 3. Ceza Dairesi; Gezi davasında yargılanan Osman Kavala’ya “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme”, Mine Özerden, Çiğdem Mater, Can Atalay ve Tayfun Kahraman’a, “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye yardım” suçlarından hükmedilen mahkûmiyet kararlarını onadı…

Bilindiği gibi talimatla açılan yeni davalarda önce beraat eden Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, diğer sanıklara  da 18’er yıl hapis cezası verilmişti.

∗∗∗

Hataylılar tarafından Milletvekili Seçilen Can Atalay için Yargıtay’ın hiçbir içtihada uymayan kararıysa, “hukukun üstünlüğüne inanan” tüm hukukçular tarafından tepkiyle karşılandı…

Yargıtay’ın toplumda infial uyandıran bu kararını acilen açıklaması manidardır.

Çünkü 5 Ekim’de Anayasa Mahkemesi, Atalay ile ilgili karar verecekti…

Anlaşılan o ki, yargı kurumları arasında başka bir rekabet var!

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin aldığı kararla kendini kanun yapıcı yerine koyarak, evrensel hukuk anlayışının dışına çıkmış olduğunun altını çiziyor…

∗∗∗

Ülkemizin en mümtaz hukukçularının başında gelen Prof. Sami Selçuk, “Türkiye’de hukukun olmadığını,” ilaveten “kanunlarla yönetilmeye çalışılan” bir devlete dönüştürüldüğünü, bu nedenle özgürlük, toplumsal haklar, demokrasi, paylaşım adaleti, yurttaşın varlığı gibi kavramların yok edildiğini söylüyor.

Haklı olabilir.

Son 5 yıl içinde yargının durumunu gördükçe, talimatla açılan davaların seyrini takip ettikçe, verilen adaletsiz kararları duyunca, hem yurttaşın özgürlüğünün ve de haklarının gasbedildiğini hem de adaletin oluşmasının bilinçli bir şekilde engellendiğini anlıyoruz…

Böylece halkın yaşam güvencesinin kalmadığını, tek bir kişinin aldığı kararlarla ülkenin yönetildiği görür, güvenilecek bir yargı olmadığını tespit ediyoruz…

∗∗∗

Bir yanda açlıkla boğuşan, diğer yanda hakları yok edilen, demokrasiden yoksun, korkutulmuş ve sindirilmiş yurttaşın oluşturulduğu bir düzende yaşamak çok zorlaşıyor…

Aslında biz bunları hak etmiyoruz.

Aldatma üzerine kurulu yönetim düzenini bozmak gerekiyor.

Evet, bu düzeni seven kandırılmış insanlar çoğunlukta.

Muhalefetin asıl görevi o insanlara doğruyu göstermek.

İkna etmek ve güven vermek…

31 Mart 2023’ten sonra da bu durum devam ederse, “Yolun sonu pek hayra alamet” olmaz! 

Ama unutmayalım ki; umut olmadan yaşam da olmayacağı için demokrasi mücadelesini sürdürmenin önemi, her zamankinden daha çok anlam taşıyor…