Bir kente gitmek istemenin pek çok gerekçesi bulunabilir.

Bir kente gitmek istemenin pek çok gerekçesi bulunabilir. Bir akşam gözlerim kapanmak üzereyken ekran karşısında şair/düşünür dostum Ataol Behramoğlu’nu Petersburg’da, tüm zamanların en etkili romancısı Dostoyevski’nin evi önünde görünce karar verdim bu yolculuğa. Kimsesiz bir sokaktı sanki gördüğüm ve küçük bir apartman dairesine sıkışmıştı büyük yazar. Behramoğlu belli ki çok soğuk bir havada çekilen görüntülerde coşkun bir anlatımla paylaşmak istiyordu heyecanını. Uzun yıllar Rus dili/edebiyatı üzerine düşünmüş, yazmış bilge birinin dilinden dinlemek etkiliydi doğrusu. Bir çağrıymış demek.

Kötü şey uzakta olmak

Dostlarından, sevdiğin kadından

Yasaklanmak bütün yaşantılara

Seni tanımlayan, arındıran

Kapatıldığın dört duvar arasında

Sağlıklı genç bir adam olarak

'Yıkılma Sakın' şiirini anımsadım hemen Ataol ağabeyin. Hâlâ sevdiğim kadın yanımda, dostlar arasındayım ve bu çağrıya katılmaları için bir engel yok. Dört kişilik bir yolculukta karar kıldık. Bir yandan içimizdeki hapishanenin büyümesi üstüne düşünüyor, roman notları almaya başlıyorum, öte yandan 1917 Ekim Devrimi’nin hâlâ izleri var mı merak ediyorum. Bir kent için yola koyulmak heyecanlı ve tedirgin edici bir yanıyla. Yazarlardan tanıdığımız o caddelerin, parkların, hatta neredeyse yüz ifadesini tarif edeceğimiz kişilerin, çok zaman önce kaybolmuş olduğuna tanıklık etmek, düşlerimizde var ettiğimiz o uzak diyarın, neredeyse tarihten tamamen silindiğini görmek de olası. Hatta yaşadığımız bu kıyıcı süreç en çok da bunu öneriyor bize. Tüketim çılgınlığı 'Tükenme', 'Yok Etme' üzerine bir beceri geliştirmesini sağlıyor insanlığın.

KARAMSAR, KARANLIK YA DA ŞİİRLİ

Gri bir kentle karşılaşmak beklenmedik değildi elbet. Gökyüzü çoğu zaman asık bir yüz sanki. Oysa ben, yağmuru ve yağmur kentlerini seven biri olarak, hiç de yabancılık çekmedim. Bir kentin dokusu iklimine uyumlu gelişiyor. Kişilikler de yön veriyor demem gerek belki. Geç saatte indiğimiz Petersburg havalimanının bir kasabaya uygun küçük, bakımsız, özensiz oluşu daha çok yadırgamama neden oldu. Görkemden uzak yaşantıyı seven Ruslar'ın arasında olduğumu mu düşünmeliydim, yoksa tuhaf bir beceriksizlik ve yoksulluk olduğunu hemen fark etmem mi gerekirdi? Belki güzellik ve estetik ölçütler üzerine düşünmek gerek.

Kuralların geçerli olduğu bir ülkede olduğumuzu var saymamız yanlış değil kuşkusuz. Ancak ticaretin ahlaksızlık olarak algılandığı bir çağda, suratsız ve biraz da Amerikan öykünmecisi YELLOW TAXI’nin şoförü ilk dersi verdi bize. 1.800 Rubleye gidebileceğimizi sonra öğreneceğimiz otelimize varmak için 4.200 Ruble ödedik. Gezi boyu mizah konusu olacak bu kazıklanma neden beni derinden yaraladı, bilmiyorum. Belki de biliyorum da, söylemekten hoşlanmıyorum. Birini aptal yerine koymak/konmak, tüm ülke adına neredeyse ilk tanışmayı bunca alçakça yapmak ağır geliyor bana. Hem kendi ülkemde bunu yaşayan yabancılar olduğunu biliyorum, hem de sevgi duymaya hazır olduğum bir kente ayak bastığım an ‘yabancı’ ve ‘aptal’ olduğumun hissettirilmesine kızıyorum. Hırsızların, kurnazların, yalancıların olduğu bir ülkeyi niçin gezeyim, seveyim ki? Aşırı bir yaklaşım deyip, geçmeliyim…

Kentin içinde, tenha bir sokağa gizlenmiş otelimizden fazla zaman kaybetmeden ayrılıp, tavsiye üzerine adı kitsch olan bir lokantaya gittik. İlk gün tercihimizin başarılı olduğunu söylemek güç! Bize önerilen mekânın karmaşık, biraz abartılı olacağını tahmin ediyorduk, ancak neredeyse seksenlerin Türkiyesi'ni andıran bir dekor ve müzik eşliğinde ve yoğun sigara dumanı altında yemek pek çekici değildi. Üstelik rahatsız edici çıplaklık, yoğun cinsellik çağrıştıran gösteriler, sıradan bir yemek için gittiğimiz lokantanın bize pek sevimli gelmeyeceğini hemen gösterdi. Ayrıldık.

Petersburg’da olmanın ilk mutlu anı Neva nehri kıyısında yaptığımız yürüyüş oldu. Yatay kurgulanmış, geniş meydanlardan oluşan kent, üç yüz yıllık tarihi, bütünlüklü bir anlayışla gözler önüne seren mimari büyüleyiciydi. Tüm Avrupa kentlerinde gördüğümüz korunmuş tarihi doku, elde olmadan depremini bekleyen kurban İstanbul’la karşılaştırma yapmamıza neden oldu. Birbirinden güzel ve hayli geniş köprüler, sanki bizim için özel boşaltılmış tenha iskeleler, sokaklar pek de gerçekçi olmayan bir özgürlük duygusu hissettirdi. Adım başı karşımıza çıkan, yaprakları dökülmüş bile olsa, kente özel serpiştirilmiş duygusu veren ağaçlar/parklar ve genzi yakan soğuk şiirli bir kentle tanışmamızın müjdecisiydi.

DOSTOYEVSKİ’NİN YAŞADIĞI/YAZDIĞI KENT

Sevdiğim bir yazarın izini sürmek benzersiz bir heyecan ve beraberinde törensel bir saygı doğuruyordu içimde. İlk sabahı hemen Dostoyevski’ye ulaşmak için planladık. Kiril alfabesinin güçlüklerini aşmak için kenti bilen bir taksiyle hareket etmeyi ummak sadece iyi niyetli bir beklentiymiş. Kilometrelerce uzaktan gelen biri Dostoyevski’yi bulmak için heyecanla, aşkla çabalıyor ama neredeyse bu olağanüstü güzellikteki kente yaşamını adamış yazarı, şoförümüz tanımıyor. Yüzündeki ekşi ifade adını bile duymadığını hissettiriyor bize.

Sıradan turistik mekânları kolayca gezdireceği her halinden belli şoföre büyük yazarın yaşadığı yeri kent haritasında gösteriyoruz. Biraz içe dönmek istiyorum o an. İmgelemimdeki, düşümdeki Dostoyevski’yi yokluyorum. Göreceğim evin görkemli olmayacağını, hatta büyük acılar yaşandığı için tersine derin bir hüznü taşıdığını hissediyorum. Yaşamını roman yazmaya adamış birinin peşinden gitmek, soluk alma nedeni olarak roman yazmayı gören bir diğer adam için (yani ben) elbette başka bir arayış.

Bir yandan aracın penceresinden dışarı bakıyorum. Önümden hızla akıp giden yüzleri seçmeye, düşünceleri, duyguları kavramaya çalışıyorum. Dostoyevski tüm yapıtlarını bu kent için ve en önemlisi şimdi arasında olduğum bu insanlara bakarak yazmış. Bir kent ve yazar arasında daha güçlü bağ olabilir mi? Gittiğimiz ev, yazarın en son ve en uzun yaşadığı ev. Anılarını okuduğum son eşi Anna’yla yaşadığı ev. Yapıtlarını yazdırmak için yanında çalışmaya başlayan Anna daha sonra eşi oluyor. Kısa bir arayıştan sonra buluyoruz evi. Gösterişten uzak, şimdi müze olmuş eski bir bina. Dostoyevski yazıyor kapıda. Küçük bir kapı, dar ve sıkıntılı! Merdivenle birkaç adım indikten sonra ağır kapıyı iterek açıyorsunuz. Bürokrasi kokan, her gün orada bulunmaktan artık can sıkıntısını gizlemeyen görevlilerle karşılaşmak derin bir acı veriyor. Küçük bir odası, hemen yanı başında ünlü bir Amerikan markasına ait kahve makinası, birkaç eski, bakımsız iskemle ve paltolarımızı almak için bekleyen, bu çağa ait olmadığı ifadesinden ve giyiminden belli bir vestiyer görevlisi karşılıyor bizi. Tek söz etmeden, teknik bir iş yapar gibi hallediyoruz işlemleri.

Bina, sonradan müstakil olarak dönüşmüş müzeye. Esasen Dostoyevski sade bir dairede yaşamış. İlk adımı, soluğumu tutarak atıyorum. Dünyanın pek çok kentinde, birçok yazarın yaşadığı yere tanıklık ettim. Ama edebiyatını iyi bildiğim ve neredeyse yaşantısının içine sızdığım birinin evine böyle girmek bende tuhaf bir ayrıcalık duygusu doğuruyor. Sanki birlikte gezdiğim kişilerle aramda derin bir fark var. Ben bir tanışın evine, uzun yıllar süren bir hasretlik ardından giriyorum, usumda asılı sorularla, söyleşmeye gelmişim. Dar koridorda, özensiz, hatta hayli sıradan eşyaya bakıyorum. Yaşamı çocuklarının ölümlerine tanıklık ederek geçen, ağır hastalığıyla yaşaması güç, parasızlık ve zaaflar içinde bunalan bir yazardan söz ediyoruz. Pencereden içeri sızmaya çabalayan ışık dikkatimi çekiyor. Hemen girişte bir yazı masası, yanında boynu bükük duran, hayli hüzünlü ve can sıkan bir oyuncak at, silik renkli ve incitici bir yalnızlık duygusu çarpıyor/doluyor gözüme/içime.

“Odaya girince ilk gözüme çarpan, üzerine eprimiş bir kumaş atılmış yaylı divan, kırmızı örtüsüyle yuvarlak bir masa, bir lamba, birkaç albüm, tıkız döşemeli birkaç sandalye ve koltuklardı” diye yazıyor Anna bu eve ilk girdiği gün gördüklerini. (Bu ev mi, pek emin değilim aslında) Tüm bunları bulmak için sağa sola bakınmak boş bir çaba. Bir köşede Anna için ayrılmış masaya şöyle bir değip geçiyor gözlerim ve az sonra 'Karamazov Kardeşler'in yazıldığı odanın yanı başındayım. Sanki tüm geziyi o an için kurguladığımı düşünüyorum. Tüm Petersburg seyahatinde sıkça göreceğimiz şişman, polis bakışlı, çirkin giyimli, kaba sesli, dağınık saçlı ve yeryüzünde sadece orada bulunmak için yaratılmış buram buram devlet, resmiyet ve pek çok berbat kavramı anımsatan kadının çığırtkan uyarılarını duymazdan gelerek dalıyor bakışlarım. Demek Alyoşa burada yaşamış…

İnsan ruhunu derinlemesine en iyi kavrayan/anlatan yazarın evindeyim işte. Bir yandan Anna’nın haykırışını işitiyorum. İnsanın bunca iyi yazan eşinin ona dayatmalarını sanki ben yaşamışım gibi hissediyorum. Bir anda çocuklaşan yaşlı görünümlü adamı düşünüyorum. Kumar tutkusuna sıkça yenik düşen, eline üç kuruş geçtiğinde tüm yakınlarına hovardaca dağıtan, büyük edebi kavgalara girişen, sürekli haksızlığa uğradığını düşünen ve evinde, dilediği zaman kahve içebildiği için kendini zengin sayan o adamı. Bir yanıyla karanlık, karamsar ve sürekli kış yaşayan Petersburg’un en güzel ressamı o. Öte yandan çelişkiler, tutarsızlıklar toplamı. Nietzsche deyimiyle bize insan ruhuna dair en çok bilgiyi veren ve öğreten kişi! “İnsan ömrünü hiçbir amaç uğruna boşa harcamamalıdır” diyen bir sürgün. Bir tür yaban!

TÜRKÇE DOSTU KATYA

İçimde büyüyen tedirginliğin nedenini güç olsa da kavrayacaktım. Soluduğunuz havada kaygı, tekinsiz bir duygu varsa, yabancı bile olsanız hemen kavrarsınız bunu. Caddelerden akıp giden insanlar sanki hep bir yere yetişme telaşında, kimbilir belki de gizlenmek istemekte. Kapitalizme henüz alışmak için çabalayan insanlar, her şeye karşın hâlâ tam olarak küresel şirketler tarafından işgal edilmemiş bir memlekette olduklarının farkında mı acaba? Emin değilim. Kim söze girse rahatsız edici bir para pul hesabına getiriyor lafı. İstanbul’dan söz açanlarsa kentimizin zenginliğine vurgu yapıyor sık sık.

Turistik bir kenti pazarlamak için el birliğiyle gayret içindeler. Dostlarımdan birinin dileğiyle yaptığımız tekne turu verimliydi. Hayli bakımsız, hatta eskimiş diyebileceğim bir tekneyle Neva’ya açıldık. Winter Palace, Hermitage, katedraller sağlı sollu önümüzden geçiyordu. Tek kelime İngilizce bilmeyen tekne ekibine bir de rehber eşlik ediyordu. Tuhaf olan içinde bulunduğumuz araçta herkesin turist olmasına karşın, rehberimizin Rusça konuşmasıydı. Bir tür bilim kurgu filmi kahramanı gibi, geçmişten kalan bu robot görevini büyük bir ciddiyetle sürdürdü. Biz tek sözcük anlamadık. O yüzündeki ifadeyi hiç değiştirmedi. Sanki bir müzik çalardan sesleniyordu bize. Soğuk havaya karşın açıklığa çıkıp derin bir soluk aldım. Her coğrafya insanını biçimlendiriyordu kuşkusuz. Ama düzen/rejim ve onun ahlakı en çok belirleyici olandı kuşkusuz. Yaşantıları sosyalist ama otoriter bir düzenle, kapitalist ama yine otoriter bir başka düzen arasına sıkışmış, araftaki insanlar arasındaydık.

Nevsky caddesinde, sevdiğimi ayrılınca fark ettiğim Singer kitapçısında Türkçe dostu bir Petersburglu ile buluşmak neşeliydi doğrusu. Katya kısa süre Türkiye’de bulunmuş genç bir kadın. Ortak bir tanışımız olması güvenli söyleşme olanağı verdi hepimize. Kentte tanıdığımız herkes bir sırrı saklar gibi davranıyor, özel bir soru, siyasal tahlil gerektiren bir yaklaşımda bulununca uygun biçimde geçiştiriyordu bizi. Katya söylediklerini not alınca bunun şakasını yapmadan geçmedi.

“Yoksa sen de gizli servisten misin?”

Kahvelerimizi yudumlarken geniş camekanlı kitapçıdan ihtişamlı Kazan Katedrali’ne dalıyorduk bazı bazı. Güleryüzlü genç garsonlar, araya sıkıştırdığımız ve hâlâ neden önemli bir içki olduğunu anlamadığım halis votka söyleşimize eşlik etti. Katya ilkin uzunca Puşkin’den söz açtı. Tüm yabancıların Dostoyevski sevgisine karşın Rus halkının neredeyse bayrağı olduğunu söyledi. Puşkin’i yeterince tanımadığımı fark ettim o an. Tüm kente ismini veren bu büyük yazarın ne anlama geldiğini, belki bu kentte, insanlar arasında derin bir uykuyu paylaşınca kavrayacaktım.

Aklımda siyasal sorular kıvranırken, Katya anlatmaya koyuldu. İşittiklerim hem büyük bir yabancılık, hem de şaşırtıcı bir tanıdıklık hissettiriyordu. Buruk bir gülümseme vardı masadaki herkesin yüzünde. Hüzünlü ve özgürlüğe hasret…