Soğuk Savaş sürecinin bitmesi, neo-liberal siyasetin tüm dünyada rakipsiz biçimde kol gezmesine neden oldu.

Soğuk Savaş sürecinin bitmesi, neo-liberal siyasetin tüm dünyada rakipsiz biçimde kol gezmesine neden oldu. Elbette Rusya diğer tüm Demirperde ülkelerinden farklı bir yerdeydi. Çağın ideolojik çatışmasının tarafıydı. Nedense garip ve ikircikli bir duyguyla bakarız Sovyet düzenine biz. Bir yanımız kültürel olarak gelinen noktanın büyülü tarafına doğru kayar gider, öte yandan düşlendiği biçimde kurgulanmayan bir yönetime tanıklık etmenin ağırlığı düşer üstümüze.

Bizdeki komünizm tartışmaları yazık ki hep acılı bir tarih olarak önümüzden kayıp, gider. Mustafa Suphi’lerin öldürülmesi, Hikmet Kıvılcımlı’nın mücadelesi, yoldaşların tamamına çektirilen eziyetler, şimdi uzak bir zamanın öyküleridir sanki. Oysa komünistlere yönelik verilen mücadele/cadı avı/tevkifatlar her zaman iç siyaset için güçlü bir malzeme olmuştur. Öcü komünizm algısı birilerini kolayca iktidar yaptı, yapıyor.

YEVTUŞENKO’DAN NÂZIM
Nâzım Hikmet hakkında tüm sözler söylenmiştir, üstüne ne yazılabilir ki, diye düşünmekte haklıydım elbet. Daha önce ‘Oyuncu Müthiş Ama Oyun Berbat’ adlı yazısını okumadığım için şair Yevgeni Yevtuşenko’nun dediklerini bilmiyordum. Bugüne dek Nâzım’a dair okuduğum en etkili yazı oldu. Saima Göksu ve Edward Timms’in çalışması ‘Romantik Komünist’ kitabının giriş yazısı.

Nâzım Hikmet romantik biriydi. Bunu biliyoruz. Duygularının coşkun olması değildi sadece bunu gösteren, insanlık için tasarıları, inançları, hatta çocuksu beklentileri vardı. Yazgısı, cesareti bu saf yanının sonucuydu belki. Türkiye’deki baskı ortamından kopup yoldaşların arasında olmak istiyor,  eşit, özgür insanlık için mücadele vermek hayali kuruyordu.

Rusya yolculuğunu tamamlayıp derin bir soluk aldığında düşlerinde büyüttüğü, sanatçıları, düşünürleri özgürleşmiş, devrimin köklü biçimde yerleşmiş olacağını umuyordu. Oysa Rusya sokakları tekinsiz, güvenden yoksun ve daha acısı sanatçılarını esir almış bir haldeydi. Nikolay Ekk, Nâzım’ın gençlik arkadaşı bir sinemacıydı. Sokak çocuklarını konu alan ve dünyada büyük başarı kazanan ‘Yaşama Bilet’ adlı filmin efsanevi yönetmeni bir ayyaş olmuştu. İşsiz kalmış, düzenin dışına itilmişti. Yeni yönetim sanatçıların biçem arayışlarına bile karışıyor ve devrimden sapan, toplumsal gerçekçilikle çatıştığını düşündüğü eserleri engelliyordu. Nâzım bu tablo karşısında şaşkın ve üzgündü.

Henüz tanınmayan, genç sanatçılara büyük ilgisi vardı Hikmet’in. Oleg Teselkov’da bu isimlerden biri. Ressam ve tasarımcı. Ürünlerini ilk edinenlerden biri Nâzım. Teselkov 1955’de Tuşinova’da Volga kıyısında Nâzım’la birlikte yaşadıkları bir olayı anlatır Yevtuşenkoya.

Söyleşirlerken Nâzım uzaklarında duran iki adamı işaret eder. “Kim bunlar?” diye sorar genç sanatçı. Şair “Beni izliyorlar” diye yanıtlar. “Nasıl? Seni mi izliyorlar? Barış ödülü alan şairi mi? Niye ki?” diye sorar Tselkov. Yanıt düşündürücüdür;

“Biri, kimse beni rahatsız etmesin diye izliyor, diğeri ben kimseyi rahatsız etmeyeyim diye… İşte böyle, kardeşim!”

SUÇLULAR BAŞKENTİ
Petersburg ihtişamlı sanatsal geçmişiyle karşımda bir resim biçiminde sergilenirken içimi kemiren kuşku gitgide güçleniyordu. Sovyet rejiminin simgeleri silinmişti ama yerine gelen ne demokratik bir bilinç, ne de özgür bir ortamdı. Nereden mi biliyorum?

DEVRİMDEN SONRA BİR KADIN
16 yaşında bir sabah tüm doğrularının değiştiğini, geçmişinin yok edildiğini düşünen bir kadınla buluştuk aslında. Kendi kuşağına yüklenen sorumluluğu ya da zorunlu dayatmaları bilen ama derin ikilemler yaşayan genç biri. Sovyet rejiminin yıkılmasıyla ilgili türlü öyküler işittiğini ama bir genç insan için karşılaştırma yapma olanağının pek mümkün olmadığını söyledi. Esasen bireysel deneyimler, öyküler üzerinden sorgulamak gerek belki bu süreci. Yaşlıların için için geçmişe özlem duyduğunu yadsımıyor. Ancak gençler için mukayese imkânı olmadığına inanıyor.

Muhalif radyo ‘Eho Petersburg’ta yapılan yeni bir ankette Lenin’e desteğin yüzde otuz olduğunu, bunun tercih yapanların en büyük oranı olarak bilinmesinin önemine vurgu yapıyor. Sanırım bir ipucu vermek istedi bize. Hâlâ Lenin, Rus halkının en önemli ismi! Her ne kadar Petersburg’da Sovyet dönemine dair hiçbir iz görünmese de, demek hâlâ bir kuşak geçmiş yönetimi tercih ediyor. Hiçbir iz yok derken, pazar tezgâhlarında karikatürize biçimde satılan kalpakları, eski dönemin madalyalarını, askeri giysilerini unutmamak gerek.

Belli ki büyük bir ruhsal karmaşa yaşayan toplum içindeyiz. Doğru bir tasnif mi bilmiyorum ama; Sovyet rejiminin ardından geçen sürece mafyatik dönem demek doğru duruyor. Neredeyse her türlü kanunsuzluğun meşru olduğu, kabadayılık dönemi bu! İşin tuhafı halk o günlerden söz ederken kendini şimdiki zamana göre daha özgür hissettiğini söylüyor. Otorite yok, devlet yok ama daha özgür! Petersburg yabancılar için ‘Kültür Başkenti’, bizim için ‘Suçlular Başkenti’ demeyi ihmal etmiyor. Belirgin, neredeyse elle tutulur, gözle görülür bir korku yaygın. Sonradan adi suçlulardan olduğu kadar, otoriter düzenin ajanlarından da korkuyorlar.

PUTİN KİM?
Büyük halk desteğine sahip bulunan Putin’i kimin desteklediği pek belli değil. Gülünç gelebilir ama herkes şikâyetçi. Müthiş bir korku duygusu egemen sokaklarda! Putin’in resmi ajanları halkı dinliyor. İspiyoncular maaşlı. “Putin kim, bilmiyoruz!” diyorlar. Elbette hangi seçmenden oy aldığına dair de bir veri yok ellerinde. Kimse birbiriyle derinlemesine dostluk etmiyor, sırlarını, siyasi fikirlerini, duygularını açmıyor. Asla demokratik bir ortamda olmadığına inanıyor büyük çoğunluk. Özgürlük açıklanması, ulaşılması güç bir kavram…

Petersburg’lular ülke genelinin tersine kentlerine çok bağlı, asla bir göç arayışında değil. Zengin değiller belki ama iyi, kötü yapacak işleri var. Özgürlüklerin bunca daralmasına karşın dört yana yayılmış tiyatrolar tıka basa dolu. Bir oyun ya da konser izlemek ekmek, su gibi geliyor bu halka. Yaşamın doğal parçası… Kente yayılan etkili mimari, özellikle sanat mekânları, müzelerle daha da bir görkemli hal alıyor.

Grand Philarmonike Hall’de izlediğimiz Viyana Oda Orkestrası konseri tıka basa doluydu. Beş, altı yaşlarında çocuklar en güzel giysilerle yerlerini almıştı. Tuhaf olan biletlerin inanılmaz pahalı olmasına karşın, salonu neredeyse tamamen yerli halkın doldurması. Üç, dört kişilik ailenin nerdeyse altı yüz, yedi yüz dolar maliyeti olan bu konsere gelmesi ve gördüğümüz kalabalığın pek de zengin kesimlerden oluşmaması, yukarıdaki tezi kanıtlıyor.

Gezimizin 4 Kasım Bayramı’na denk gelmesi kabaran milliyetçiliğin işaretlerine tanıklık etme olanağı da sağladı. ‘Rusya Ruslarındır’ sloganı artık ortak bir anayasa olmuş. Ulusal bayram yoğun mitlerle ve ötekileştiren bir dille kutlanıyor. Gelecek kaygısı duyan, milliyetçiliğin çatışma ortamını körükleyeceğine inanan çok. Yeni ırkçılık süreci diyebiliriz buna.

ABARTILAR KENTİ BİR YANIYLA
Çarlık Rusya’sının tüm abartısını gözler önüne seren Hermitaj Müzesi (Kış Sarayı), kale ve Bonaparte’ye karşı kazanılmış savaşın övüncünü imleyen meydan(lar) bir yanıyla abartılar kentinde olduğumuzu da gösteriyor bize. Sovyet rejimini simgeleyen ve kentin girişindeki dev heykeller de bir başka damga.

Bir yanıyla Marijinski tiyatrosunun benzersiz güzelliği, öte yanda otoriter düzenin tüm ipuçları var. Konservatuarında Çaykovski’nin, Şostakoviç’in, Korsakov’un ders verdiği bir kentten söz ediyoruz. Gogol’un yaşadığı ve neredeyse ibadet edercesine sevdikleri Puşkin’in kenti Petersburg. Dönüş yolunda iyice puslu, trafikten boğulmuş insanlar arasında türlü düşünceler dalmış insanlardık biz. Bir gece önce akşamcılar için açık bir bakkaldan, geç saatte su almak için girdiğimizde satıcı kadın, muhtemelen Azeri’ydi, bizimle Türkçe konuşunca sevinmiştik. Ama kapıdan çıkarken, dış camla buzdolabı arasına sıkışmış, sarhoş, hırpani bir Rus daha çok aklımızda kaldı sanki. Muhtemelen milli içki votka ne siyasal sorunlarla boğuşma derdi bırakıyordu insanda, ne de kayıp giden özgürlük üstüne düşünme isteği. Tatlı bir uykunun varlığı, hem de nerede olursa olsun…

Babeüf’ü hatırla, Nâzım Hikmet’i
Bir umut ateşi gibi parlayan zindanlarda
Hatırla Danko’nun tutuşan kalbini
Karanlıkları yırtmak arzusuyla
Ve faşizme karşı, zulme, zorbalığa
Düşün acılar içinde vuruşan kardeşleri


Behramoğlu hatırla diyordu ya bana. Belki de artık o Rus halkı tamamen belleksiz şimdi. Kim bilir…