Bundan yaklaşık beş ay önce, 31 Temmuz’da bu köşede yayımlanan “Üslere el konacak, NATO’dan çıkılacak” adlı yazıda şöyle denmişti:

“Önümüzdeki süreçte iktidar Türkiye’nin eksenini değiştirmeyecek, buna gücü yetmeyecek ama çoğu blöf niteliğinde yeni hamleler yapmaya, bir tür “denge siyaseti” izlemeye, Rusya ve İran’la yakınlaşmaya, Suriye siyasetini değiştirmeye çalışacak. Bu ise çözülme sürecindeki ve hem ordusu hem bürokrasisi tarumar edilmiş bir ülkenin emperyalist müdahalelere çok daha açık olması anlamına gelecek. Tam da bu nedenle önümüzdeki süreçte Türkiye’yi bekleyen şeyin istikrar ya da normalleşme değil, yeni kırılmalar ve kaosun derinleşmesi olacağını söylemek kehanette bulunmak anlamına gelmeyecek.”

Yaşanan süreç, bu öngörünün doğrulandığını gösteriyor. İktidar, 15 Temmuz’dan beri, darbe girişiminin arkasında olduğunu düşündüğü Batı’ya karşı hızlı bir şekilde Rusya’ya yakınlaşıyor. Bu ise her şeyden önce dış politikaya dair tüm iddialardan vazgeçilmesi, yani Suriye’yi fethe soyunan yeni-Osmanlı’nın iflas ettiği anlamına geliyor.

İşte Halep’te yaşananlar ve işte hemen sonrasında gelen Rusya-İran-Türkiye arasında imzalanan Moskova Deklarasyonu! Beş yıldır izlenen Suriye siyasetinin kesin bir yenilgiyle sonuçlandığı gösteren bu anlaşmanın birinci maddesinde şöyle yazıyor:
“İran, Rusya ve Türkiye, çok sayıda etnik yapı barındıran, çok dinli, mezhepçi olmayan, demokratik ve seküler bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne saygılarını bir kez daha ifade ederler.”

Bu madde, çok net bir biçimde, Esad’ı devirmeye, Suriye’yi bölmeye ve cihatçıların kontrolünde bir devletçik kurmaya yönelik hedeflerden resmi olarak vazgeçildiğinin tüm dünyaya duyurulması anlamına geliyor ve aynı zamanda yeni-Osmanlı şahsında Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin boşa düşürüldüğüne işaret ediyor.

Peki, Rus Büyükelçisi Karlov’un öldürülmesinin, Halep’in kurtarılarak cihatçıların kentten çıkarılması sürecine ve bu anlaşmanın imzalanacağı günün bir gün öncesine denk gelmesi, bir tesadüf, kaderin bir cilvesi olarak görülebilir mi? Şüphesiz ki hayır!

Suriye savaşı, Soğuk Savaş sonrasının dünya egemenlik mücadelesinin iki kutbunu oluşturan güçlerin, yani Atlantik ve Avrasya Cephesinin karşı karşıya geldiği sıcak cephelerden biriydi. Bu iki güç kimi zaman renkli devrimlerle, kimi zaman bizde olduğu gibi kumpas davalar ve tasfiyelerle, kimi zaman ise Ukrayna ya da Suriye örneğinde olduğu gibi çatışma ve savaş aracılığıyla birbirleriyle karşı karşıya geliyor, mücadele ediyorlardı.

İşte Halep Muharebesi, Atlantik’le Avrasya arasındaki “küresel iç savaş”ta, Avrasyacıların en kritik, en stratejik zaferi olarak tarihe kaydedildi. Bu bağlamda Halep’in kurtarılması, bir kentin el değiştirmesinin ötesinde, Suriye savaşının kaderini tayin etme özelliğine sahipti. İşin ilginç yanı ise şuydu: 1946’dan beri Atlantik ekseninin bir parçası olan Türkiye’de, yine o eksenin bilgi ve onayı dâhilinde kurulan iktidar partisi, çok değil daha üç beş sene önce, ortağı olan Cemaatle birlikte devlet aygıtı içerisindeki Avrasyacıları, Ergenekon ve Balyoz kod adlı operasyonlarla tasfiye etmişti.

Ayrıca, aynı iktidar, kısa süre öncesine dek Suriye ve bütün bir bölgede Atlantik ekseniyle ortak hareket ediyor ve hem Rusya’ya hem de İran’a yönelik hasmane bir politika güdüyordu. Hatırlayın, Rus uçağının düşürülmesinin üzerinden henüz bir sene geçti ve hatırlayın, daha on beş gün önce İslamcılar Rusya ve İran Büyükelçiliği önünde Halep protestoları düzenliyorlardı.

İşte büyükelçi cinayeti, tetikçi ister Nusra ister Cemaat mensubu olsun, Atlantik-Avrasya savaşlarının en yoğun dönemlerinden birine denk geldi ve tam da bu nedenle mesaj sadece iktidar partisine değildi. Evet, bu suikastla Türkiye’nin “istikrarsız ve kaosa açık ülke” olduğuna yönelik uluslararası kanaat biraz daha güçlendi, iktidara “başınıza her an, her şey gelebilir” mesajı verildi, Suriye siyasetindeki dönüşümün bedelinin ne olduğu gösterildi, bunların hepsi doğru ama bu suikast, kanımca, Halep konjonktüründe ve Trump başkanlık koltuğuna oturmaya hazırlanırken, Atlantikçilerin Avrasyacılara yönelik güçlü bir mesajı ve “küresel iç savaş”ın bir parçasıydı, mesajın verildiği yer ise “iki cami arasında binamaz” Türkiye oldu.

Evet, geleneksel müttefiklerine karşı bir “denge siyaseti” izlemek ve aynı anda hem Atlantik’e hem Avrasya’ya oynamak, Türkiye’yi iki cami arasında binamaz kılmış ve dünya hâkimiyeti mücadelesinin oyun sahasına dönüştürmüştü, Karlov suikastı ise bu dönüşümü somutlayan hadise olarak tarihe kaydedildi: Devletin polisi, devletin korumakla görevli olduğu en üst düzey bir diplomatı herkesin gözü önünde öldürdü.

Peki bundan sonrası mı? Sanıyorum ki bu sorunun yanıtı, yazının başında hatırlattığım paragrafta gizli.