“Ölünün arkasından konuşulmaması gerektiğini”, memlekete ölüye diriye manşetten küfür etme geleneğini armağan eden bir “gazete” yöneticisinin ölümüyle birlikte öğrenmiş olmamız mı tuhaf, yoksa öldüğü yerden devletin uçağıyla getirilirken tabutunun masaya konulması ve gazetecilerle sohbetin öyle devam etmesinin düşünülmesi ama bunun mümkün olmadığı görülünce vazgeçilmesi mi?

“Alnına ölümün damgasını vurduğu” zamanlardan geçiyoruz, siyasetin bütünüyle bir “ölüm siyasetine” dönüştüğü ve tam da bu nedenle siyaset olmaktan çıktığı, ölü bedenlerin dahi ölüm siyasetinin kapanından kendini kurtaramadığı zamanlardan…

Meselemiz artık basitçe ve sadece ölüm değil tam da bu nedenle. Tankların kentleri dövmesi, keskin nişancıların genç ihtiyar gözetmeden sivilleri hedef alması, sağlık çalışanlarının katledilmesi, ayet eşliğinde gerçekleştirilen yargısız infazlar, kadın siyasetçilerin evlerinde öldürülmeleri değil; siyasetin sıfır noktasında bu aşamayı geride bıraktık adeta ve meselemiz bizzat ölülerin ta kendisi artık.

Hasan Ferit Gedik’in ölü bedeninin günlerce ailesine verilmemesinde işaretlerini görmüştük bunun, cenaze törenleri siyasi birer eyleme dönüşmesin diye morgdan polisçe kaçırılıp gömülenlerde görmüştük, cenazesi haftalarca sınırda bekletilen Aziz Güler’de, minik bedeni derin dondurucuda muhafaza edilen Cemile’de görmüştük.

Kimin hayatının yaşanmaya değer olduğu ve kimlerin öldürülmesinin cinayetten sayılmayacağı bile lüks bir tartışma bizim için; kimin cenazesinin usulüne uygun bir şekilde gömülebileceği aşamasındayız. “Yaşam hakkını savunmak”tan, “gömülme hakkını savunma”ya geçtik ve buradayız şimdi.

Taybet İnan örneğin, 19 Aralık 2015’te Silopi’de panzerden açılan ateşle katledildi. 55 yaşında ve 11 çocuk annesi İnan’ın cenazesi tam yedi gün sokakta kaldı. Akrabası Yusuf İnan, vurulduğu an Taybet İnan’a yardıma gitmeye çalıştı ama evlerinin bahçesinde vurulup yaralandı, ertesi gün ise öldü. Eşinin cenazesini almak isteyen Halit İnan da yine kurşunların hedefi oldu ve yaralandı. Aile, ellerinde bir beyaz bayrakla İnan’ın cenazesini her almaya kalkıştığında, üzerlerine ateş açıldı. Cenaze 25 Aralık’ta sokaktan alındı ve bu yazı yazıldığı sırada halen bulunmakta olduğu Silopi Devlet Hastanesi’nin morguna kaldırıldı. Ailesi ise son çare olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu, evet “gömme hakkı”nı kullanmak için Anayasa Mahkemesi’ne!

Oğlu şöyle anlattı yazdığı mektupta o yedi günü: “Annem tam tamına yedi gün sokakta kaldı. Hiçbirimiz uyuyamadık köpekler gelir, kuşlar konar diye. O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük. Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de bize yedi günde bunu yaptı. Tam yedi gün annemizin cenazesi sokak ortasında kaldı. İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor.”

Peki buna verilen yanıt ne oldu, halen Taybet İnan’ınki gibi onlarca cenaze sokaklarda ve morglarda yatıyorken ve gömülemiyorken, nasıl bir çözüm bulundu buna?

Adli Tıp Yönetmeliği’nin ilgili maddesi değiştirildi ve “Ölülerinizi biz gömeriz, siz karışmayın” dendi adeta insanlara. Değişikliğe göre, eğer bir cenaze üç gün içerisinde ailesi veya yakınları tarafından teslim alınmazsa, belediye ile birlikte mülki idare de ölüleri gömebilecek. Eskiden 15 gün olan bu sürenin üç güne indirilmesi de, belediyelerle birlikte mülki idarenin yetkili kılınması da, niyetin ne olduğuna işaret ediyor. Savaş ve sokağa çıkma yasağı koşullarında, öldürülen insanlar, ailelerinin cenazelerini almasına ve herhangi bir tören düzenlenmesine izin verilmemesi adına ve üstelik kimsesizler mezarlığına alelacele gömülmek isteniyor.

“Yaşam hakkı”ndan “ölüleri gömme hakkı”na dedik ama bu bile yeterince açıklamıyor durumu aslında. Rojava’dan Türkiye’ye gelen ve cezaevindeyken ölen Basil Mihemed Musa’nın çalınan organlarına bakarak söyleyebiliyoruz bunu. “Ölüm nedeni bilinmeyen” Musa’nın cansız bedeninin dikişler içinde olduğunu ve iç organlarının bir kısmının yerinde olmadığını, çalındığını söylüyor ailesi. Demek ki “gömülme hakkı” da değil meselemiz tek başına, “bedensel bütünlüğü korunarak gömülme hakkı”na kadar gelmiş durumdayız, gömülemeyen bedenlerle birlikte, organları çalınan bedenler noktasına.

Emperyal hırslarla tarumar ettiğimiz bir ülkeden kaçarken Ege’de boğulan göçmenleri de, yasal mermilerle öldürülen insanlarımızı da kimsesizler mezarlığına gömmeye çalışıyoruz, kimi cenazeleri sınırdan içeri almıyor, kimilerinin sokaktan alınmasına izin vermiyoruz, ailelerine çocuklarının organları çalınmış ölü bedenlerini teslim ediyoruz. Sadece sokakları dolduran ve gömülemeyen cesetler değil, devasa bir kimsesizler mezarlığına dönüşen ülke de çürüyor, hep beraber çürüyoruz.