Şimdi TEKEL işçilerini konuşuyoruz ya; birkaç konu aklıma takılıyor. Örneğin emeğin anlamı ya da siyasal konumu. Hani emek

Şimdi TEKEL işçilerini konuşuyoruz ya; birkaç konu aklıma takılıyor. Örneğin emeğin anlamı ya da siyasal konumu.
Hani emek ve emekçi denilince hemen niteliklisi, niteliksizi işçiler geliyor akla; acaba yalnızca onlar mı diye düşünüyorum? Örneğin niye doktor, avukat, öğretim üyesi, reklamcı, gazeteci kendini emekten saymaz; ya da emeğinin farkındadır da, bu sınıfa dahil olmayı sevmez? Sınıf netameli bir konu olduğundan mı cazip değildir, sınıf atlama merakından mı? Sınıfların ortadan kalktığından söz edilirken, ortadan kalkan sınıf mıdır, yoksa sınıf çok genişlediğinden görünmez mi olmuştur? Bunları konuşmadan, işçi, emek, sınıf, örgüt demenin fazla bir anlamı olur mu?
Peki, bunlar karşısında maddi emek, gayri-maddi emek, entelektüel emek gibi ayırımları bir yana bırakın, her yerde ve türlü biçimlerde, bazen sonuç, bazen süreç olarak hep karşımıza çıkan insan-emek vardır desek, nasıl olur?
Ya da, yalnız ücretli emeği değil, her tür emeği, daha da doğrusu insanı ve doğayı araçsallaştıran bu sistemle insan-emek arasında yaşanan daha toplumsallaşmış bir çatışmadan söz etsek, karşılık bulur mu?
Biliyorum, emek tartışmaları rafa kalkalı epey oldu; hele sınıfsız bir toplum olmanın hidayetine erkenden ermiş bir toplumda bu soruların hiç yeri yok.
Yine de sormadan edemiyorum. Acaba, üretimi, emeği boşlamış Osmanlı mirası, yoksa “sınıfsız, imtiyazsız” Cumhuriyet marşı nedeniyle mi bu toplumda emek ve sınıf bu kadar görünmez? Bu maya nedeniyle midir ki, örneğin Kürt-Türk ve İslamcı-Laik olarak bölünsek de, şükürler olsun sınıfsal bütünlüğümüz “berkemal”dir.
İkinci bir konu siyasal partilerle ilgili. Hemen hepsi tüm sınıfları temsil ediyor, tüm toplumu kucaklıyorlar.
Ağası, köylüsü, esnafı, işçisi, işsizi, yoksulu, zengini bir araya gelmiştir; okların, ampullerin, arıların altında hiç birinin diğerinden farkı yoktur! Yıllar var ki, açıl-kapan bin bir türlü parti kuruldu; bin bir söz işittik; değişmeyen ne var denilse, herhalde bu “toplumu kucaklama” becerisi diyebiliriz. Demek siyaset böyle yapılıyor; sınıf yok, sınıfsızlık var; bölünme var, fakat nedeni sosyo-ekonomik adaletsizlik değil. Olamaz, çünkü böyle süfli şeyler bizi ayıramaz! 
Emekle ilgili kafama takılan başka bir konu, sermayenin mi, emeğin mi milliyetçi olduğu, ya da olmasının istendiği ile ilgili.  
Biliyorsunuz, küreselleşme diye bir süreç yaşanıyor, milliyetçilik gözden düşmüş, ama bir bakıyorsunuz “ekonomik milliyetçilik” dimdik ayakta. Ama milliyetçi olan kim? Örneğin Renault bir araba modelini yalnız Türkiye’de üretecekti, sonra vazgeçti. Fransa sevgisi galip geldi ve kararından caydı mı diyelim; yoksa istediği tavizleri almanın yolunu buldu diye münafıklık mı yapalım?
Peki sermaye böyle fırıl fırıl dünyayı dolaşırken, Fransa’daki işçi ile Türkiye’deki işçiye ne oluyor? Örneğin, sermayenin gelmesi veya kalması karşısında aslında hem ulusal emekten hem toplumdan mı taviz isteniyor? Paris’teki işçi ile Bursa’daki işçi sermayeyi bir yana koyup birbirleriyle mi çatışma içine giriyorlar? İşçinin kendi çıkarı gibi ulusal çıkarı da korumak için “ulusalcı mı” olması gerekiyor?  Ya, uluslararası dayanışmadan söz ederse “vatan haini” mi sayılacak?
Bu soruları belki işçi kendine sormuyor; ama yaşadıklarından öğrendiği bir şeyler var. Örneğin iş istiyorsa fedakarlık etmesi gerek ve asıl çatışmanın artık sermaye ile değil öteki ülkedeki emekle ilgili olduğunu anlamak durumunda.
Küresel köyde her tür dayanışma ve yakınlaşmaya yer var; ancak emeğin, hem parça parça hem de sınır sınır bölünmüş olması gerekli. Bu nedenle ekonomik milliyetçilik de emeğe düşmekte. 
Yok, bu konuları TEKEL işçilerinin protestosu nedeniyle düşünüyor değilim. Fakat onların eylemi, emekle ilgili biraz daha geniş tartışmaları gündeme taşımayı da gerektiriyor.
Evet, TEKEL işçileriyle ilgili yazılar ve TV programları, onlara gösterilen destek ve dayanışma çok iyi, pek güzel. Ancak emek adına ileri bir adım bu “iyilik ve güzelliklerin” kalıcı kılınmasını gerektirmekte. 1989 baharı da işçi eylemleri açısından büyük bir yükseliş getirmişti, Ya sonra... Sonra, bu günler geldi.
Kimsenin moralini bozmak değil niyetim; ama TEKEL işçilerinin cesur ve kararlı çıkışlarının, bu defa emek açısından geniş kapsamlı bir buluşma, dayanışma ve siyasallaşmaya doğru evrilmesi gibi bir “hayalimiz” de olması gerek. Bu hayali kurabilmek için bile, yukarıdaki gibi birçok sorunun önce emek örgütleri ve sol partiler, sonra da emeği ile geçinenler gibi geniş bir çevrede tartışılması gerektiği de ortada.