Yaşadıklarımız gösteriyor ki, ne iktidara ve güce, ne paraya, ne şöhrete doyuluyor.

Çılgın Proje

Doğaya aldırmıyor, evet çılgınlık!

İnsanı gördüğü yok, evet çılgınlık!

İstanbul’u ikiye katlıyor, evet çılgınlık!

Bir akıllı yanı var,

yaptırana hem nam hem para getiriyor

 
Yaşadıklarımız gösteriyor ki, ne iktidara ve güce, ne paraya, ne şöhrete doyuluyor.

Hep daha fazlası, daha fazlası… İşin kötüsü, “arsızlık” eskiden ayıp sayılırken, şimdi işin doğası bu; şimdi “doyumsuzluk” başarı için şart. İyi de nereye kadar? Nerede veya hangi koşullarda “artık yeter” denilir? Bunu merak ediyorum.

Biliyorum; burada kapitalizmi, kapitalist mantığı konuşmaktan başka yol yok. İyi de, bir de insanlar var; güya zenginlikleri kadar iyilikleri, güçleri kadar adaletleri ve merhametleriyle anılmak isteyen insanlar. Sorsan, hiç kimse ahlaksız olmayı kabul etmez; ama çok para yerine göreceli daha az para, fakat bunun yanında doğa, çevre, insanı korumak var dediğinizde seçimleri ne? Örneğin İstiklâl Caddesi’ndeki Demirören binası biraz daha küçük ve yerine yakışır olsaydı, yaptıranlar fakirleşecekler miydi?

Sonra da bu seçimin ahlakla ilgisi yokmuş gibi yapılıyor! Ben de sormadan edemiyorum. Bu kadar doymazlık insan doğasında mıdır; yoksa doyumsuzluğun bunca arsızlaşması öğrenilmekte midir?  İktidar ve güç mü insanı yozlaştırır, yoksa insan zaten yozlaşmaya meyilli midir?

Kendi adıma, insan doğasının hem bağlamsal hem evrensel nitelikler gösterdiğini, yani hem bencillik hem de sosyallikle biçimlendiğini düşünüyorum. Buna, hem biyolojik doğamız hem toplumsal koşullar bir araya gelerek oluşmaktayız de denilebilir. Bugünkü koşullarla bakıldığında ise, insan doğasındaki bencilliğin, rekabet duygusunun, para kazanma ve zevk düşkünlüğünün öne çıkarıldığını ve kullanıldığını görmemek mümkün değil. Bu bencillik ve özellikler insana dışarıdan aşılanmıyor kuşkusuz; ama bugün onları “azdıran” koşullar olduğuna kuşku yok. İnsan doğasındaki bencilliğin kapitalizmin homo-economicus mantığı ile sarmalandığı bir dünya ve toplum var. Ve bu kadar doyumsuzluk, ancak birilerinin ve bir şeylerin mahvı, yarının yıkımı anlamına geldiğini de görmek gerek. 

Yalnızca şu ülkeye, hatta İstanbul’a bakmak bile gücün doyumsuzluğunu görmeye yeter. Kimi her boş bulduğu alana önce göz, sonra gökdelen dikmekte; kimi İstiklal Caddesi gibi “caanım” bir caddeye transatlantik gibi heyula ve çirkinlik abidesi kondurmakta; kimi Boğaz’dan bakıldığında Tutenkamon’un Lahit’ine benzer bir binayı Dolmabahçe’ye lâyık görmekte; kimi de ne yandan baksan aklın kabul edemeyeceği “çılgın” projeler hazırlamaktadır. Sorarsan, hepsi bu tarihi ve doğasıyla eşsiz kenti düşünüyor, seviyordur. Baksan, hepsi sosyal sorumluluk ve yardımseverlik projeleri ile anılmayı, rafine zevkleri, estetik merakları, sanata olan düşkünlükleriyle övülmeyi ister. Ne de olsa Batı burjuvazisine benzemeye başlamışlardır. Onlar bununla övüne dursunlar, ben merak etmekten kendimi alamıyorum; acaba bu insanlar açısından para ve güç konusunda bir “yeter” noktası var mıdır?

Kısacası kapitalist olsa bile bir insan için “işba” noktası olmalı gibi geliyor bana. Her şeyden önce dünyanın sınırı olduğu görülür; doğduğun, yaşadığın yerin hatırı sayılır; tarihinin sorumluluğu taşınır gibi geliyor.

Oysa kapitalizmle hemhal olunduğunda etik susuyor; anladığım bu.

Evet ÇILGIN; ama OLUMLU anlamda değil!

Ben kapitalizm içinde bile yeter diyen çıkar diye bir “hayal” kurarken, kapitalizmin insanlardan ütopyaları “çaldığını” unutmuşum. Tam anlamıyla çalmak!

Dehşetiyle de hayalleriyle de beyinlerin yıkandığı, gerçekliğin sanallıkla harmanlandığı, belirsizliklerin ve risklerin arttırılarak insanların aptallaştırıldığı bu dünyada ütopya oluşturan da, ütopyayı kullanan da kapitalizm olabilirmiş ancak. Reklâmlar her tür hayali satarmış. Hayal edin, imkânsızı isteyin, yeter ki, isteyin; istemeyi bilemeyene de Secret gibi kitaplar satılırmış; isteyin, kapitalizm her şeye kadirdir.

Böyle bir dünyada kim takar paylaşmayı ve dayanışmayı, korumayı ve tevazuyu öneren ütopyaları? Onlar kapitalizm tarafından ÇALINDI. Tabii, bu, yenisi üretilmeyecek demek değil; ama işimiz daha zor!

Düşünüyorum da, şu “çılgın proje” diye namlanan kanal projesi! Evet çılgın; ama bunun neresi yeni, neresi olumlu. Bildiğimiz doğa yıkımının en âlâsı demek; yine insanlar yerinden edilecek; yine birileri büyük ranta konacak demek! Gösterişli ve çılgın da, kime ne yarar var?

Oysa bu çılgınlıklara değil, İstanbul’a boydan boya metro yapmak, bu ulaşım kaosunu ortadan kaldırmak gibi anlamlı, mantıklı, sağlıklı adımlara ihtiyaç var.

Sorulsaydı, bu çılgınlığı değil, bu parayla hem dışa bağımlı hem çevreyi mahveden enerjiler kullanmak yerine güneşi, rüzgarı, hatta çöpü enerjiye çevirecek yönde atılımlar isterdik.

Asıl yatırım, yerlerde sürünen eğitimi bu perişanlıktan kurtarmak olurdu. Var mı, uluslararası düzeyde nal toplayan bu eğitim sisteminin halini düzeltecek “çılgın”  değil, “akıllı” projeler!

Olsaydı, işte ona şaşırırdık!

Bir de, ortaya konulan gerekçeye bakın! Ulaştırma bakanı, bu kanalın en çok İstanbul’a yönelen göç nedeniyle, bu göç durdurulamayacağı için gerekli olduğunu söylüyor. Yani Türkiye’nin nüfusunun neredeyse yarısı İstanbul’a akacakmış, onlara yer hazırlanıyor. Aklıma mukayyet ol demekten başka bir şey söyleyemiyorum. Ne diyeyim! Hani bir deli bir taş atmış kuyuya misali…

Acaba diyorum, Başbakan, seçim dönemi aklımızı mı karıştırıyor, yoksa gerçekten böyle çılgın bir hayali mi var? Kim bilir; belki de İstanbul’a Fatih gibi bakmakta ve bu kente adını kazımak istemektedir. Yeniden feth edemeyeceğine göre, yeni bir İstanbul yaratmak istemesi bundandır! Ya da, Fatih nasıl gemileri karadan Haliç’e indirdiyse, O da İstanbul’a ikinci bir boğaz yaparak doğaya meydan okumaktadır! Ve galiba asıl çılgınlık burada! Yani siyasetçi olarak unutulsa da, İstanbul kanalıyla adının yüzyıllara taşınmasını isteme. Belki adı da Tayyip Erdoğan kanalı olur. Kim bilir?

Dedim ya, iktidarın, gücün ve paranın “yeter” noktası yok. Vay halimize!